24 Haziran ve atı alan Üsküdar’ı geçecek hissi – Perihan KOCA

Türkiye tarihinin en çetrefilli ve ardışık seçimlerini yaşadık son dört yılda. Bir tanesi de kapıda.

Evlerde, iş yerlerinde, kahvelerde, yolda, sokakta, vapurda tek gündem var: 24 Haziran seçimleri.

Gün hızlı akıyor, zaman akışkan, ekonomi alabildiğine kırılgan.

Siyasetin ritmi bu aralar tarihsel zirveler yapan döviz kurundan bile daha dalgalı.

24 Haziran seçim takvimi, ülkenin tüm açmazlarını ve kriz eksenlerini içinde barındırarak yaklaşıyor.

Cumhur İttifakı, Millet İttifakı ve üçüncü bir blok olarak seçimlere giren HDP, seçim kampanyalarına hızla girişti. Vekil listeleri, sandık kurulları, mitingler, demeçler derken sanki hiç bitmeyecekmiş hissi yaratan bir seçim iklimine daha girmiş olduk. Sandıktan sandığa koşan seçim cumhuriyetine dönüştük mübarek.

Erdoğan güdümlü sıkışmanın seçim propagandasına yansıyan ve muhalefete gollük paslar fırlatarak yükselen “TAMAM”, SIKILDIK” ve “Kapat Televizyonu Gitsin” dalgaları, Cumhur İttifakı karşısında başta özgürlük arayışı içerisinde olan direniş eksenleri olmak üzere, toplumda ciddi bir moral yarattı, gezinin orantısız yaratıcı zekâsını harekete geçirdi. Velhasıl iyi geldi.

İktidar ve kitle ilişkisinde psikolojik üstünlük önemlidir. Erdoğan da bunu pekâlâ bilir. Ki, özellikle başkanlık rejimine giden yolda devletin uzantısı olan zengin argümanlarla, tüm politikalarını kitle psikolojisini kontrol etme, algı yönetme ve yönlendirme üzerinden yeni rejimin inşasına girişildi.

Parolaları: şok doktrini

Öyle ki, türlü şok zirveleriyle toplumda rasyonalite kaybı ve bilinç yarılmaları yaratıyorlar. Bu şok zirveleriyle ilerlemeyi ve toplumun kolektif belleği ile ruhunu tasfiye edici irili ufaklı çok yönlü hamlelerle rejimi inşa etmeyi tercih ettiler. Tercihten de ziyade geleneksel devlet aklının çalışma ve yönetme bilincine dayandılar.

Erdoğan; iktidara geldiği günden bu yana, hızla kitle iletişim araçlarını propaganda ve manipülasyon amaçlı kendi lehine dizayn etti. Medyayı toplumsal rıza üretmenin aracı olarak re-organize etti, tek tipleştirme politikalarıyla kendine devşirdi.

Özellikle 15 Temmuz darbe girişimi ardına ilan edilen OHAL’in verdiği sınırsız yetkilerle, kitle iletişim araçları tümüyle iktidarın tekeline alındı.

Sürekli pompalanan toplumsal kutuplaşma politikaları yaşamın tüm hücrelerine medya eliyle sızdırılarak, yaygınlaştırıldı, iktidarın düşünme ve davranış biçimleri halkın zihnine, belleğine, yaşam alanlarına ince ince işlendi.

İktidar ve kitle psikolojisi

Medya ve kitle ilişkisini iktidar olgusunu ele almadan değerlendiremeyeceğimiz aşikâr. İktidarın en güçlü ideolojik aygıtlarından biri olarak kitle iletişim araçları, toplumu yeniden şekillendirmek, içerisinde yaşayan bireylerin davranışlarını ve görme biçimlerini belirlemek ve toplum/birey psikolojisini yönetmekte önemli bir kurumsal dayanak.

Gramsci’nin kulaklarını çınlatırsak; güç ve iktidar üzerine yoğunlaşan Gramsci, gücün elde edilme biçimlerini ve iktidarın kitlelere rağmen yürüyüşüne nasıl devam edebildiğini açıklarken; hegemonya kavramını ortaya atar.

Gramsci’nin esas merak ettiği soru: Nasıl oluyor da bir avuç elit azınlık toplumun geri kalanına, yani kitlelere, milyonlara üstelik “zora başvurmadan” hükmedebiliyor, kontrol edebiliyor ve toplum yönetilmeyi kabul ediyor?

Gramsci bu sorunun cevabını hegemonya kavramında arar. Hegemonyanın en ayırt edici özelliği, kitlelerin rızasına ve ortak iradesine dayanmasıdır.

Evet, devlet aklı böyle çalışır, böyle eyler. Devlete ve onun organlarına, kitle iletişim araçlarına sahip olan bir avuç kapitalist ve onun sözcüleri toplumu kendi çıkarları doğrultusunda legal ve illegal aygıtlarla yönetir ve yönlendirir.

Gramsci, hegemonya kavramından toplumu yönetenlerin toplumun diğer kesimleri üzerindeki ideolojik ve kültürel kontrolünü anlıyordu.

Velhasıl 2018’in Türkiye’sinde de Erdoğan başkanlık rejimine doğru hızla ilerlerken dört bir yanından kriz dinamikleriyle sarmalanmasına rağmen, başardığı en önemli şey toplum psikolojisini ve ruh halini hala belirleyebiliyor olması.

Evet, AKP/Erdoğan iktidarının toplumsal kesimlerle arasındaki bağ oldukça zayıflamış durumda.

Evet, özellikle 16 Nisan’dan sonra ciddi bir meşruiyet krizi içerisindeler.

Evet, hitap alanları giderek daralıyor ve rıza üretemiyorlar.

Evet, YÖNETEMİYORLAR!

Amma velakin gelin görün ki, Erdoğan’ın yapılandırdığı toplum biçiminin mayasındaki çürüme toplumsal ve siyasal iklime umutsuzluk ve çaresizlik yayıyor.

Erdoğan’ın 16 yıllık iktidarını “istikrar” parolası güdümündeki 2023, 2035, 2048 ve bla bla bla propagandalarıyla bugüne getirmesi tesadüf değil.

Giderek belirsizleşen geleceksizleşen yarınını bile öngöremeyen bir topluma, 2023, 2053 takvimleri ile toplumsal bir algı operasyonu çekilerek bir iktidar paradigması yaratıldı. Kolektif bir öğrenilmiş çaresizlik belleği inşa edildi.

İstikrar büyüsü çoktan bozuldu, paradigma iflas etti evet, ama “yine gitmeyecekler, gitseler de geri gelecekler” duygusu toplumunun kolektif hissiyatı olarak bir heyula gibi dolaşmaya devam ediyor.

24 Haziran her şeyi değiştirecek bir kudrete sahip değil elbette, sandık siyaseti toplumu ve siyaseti kökten değiştirmeye muktedir değil biliyoruz.

Ancak ülkenin geleceğini belirleme açısından yadsınamayacak bir öneme sahip.

Hava bizden yana dönmeye müsait, her olasılığın yaşamda yeşerme ihtimali yüksek, devrimci olasılıkların da…

Yeter ki kitlelerin içine hapsolduğu “böyle gelmiş böyle gider” duygusunu yenelim…

Yeter ki, birlikte davranma etme ve eyleme pratiklerimizi ve kabiliyetimizi 7 Haziran’ı 16 Nisan’ı aşacak pratiklerle hayata geçirelim.

Bu esaslı görevin asıl sorumluları sosyalistler olacaktır.

Güven ve umut yaratan bir pratik ve ortaklaşacağımız bir perspektifle toplumsal siyasal iklimi birlikte belirleyebilir, birlikte kazanabilir, birlikte başarabiliriz.

23.05.2018