ROTA: 8 Mart’ın Ardından: Siyasetin Özneleri ve Toplumsal Dinamikler

Türkiye’nin dört bir yanından gelen 8 Mart görüntüleri yüksek derecede umut vadediyor.

Bu kadar bulanık bir siyasi iklimde, toplumsal muhalefetin hemen bastırıldığı bir konjonktürde böyle güçlü bir mesaj verebilmek olağanüstü önem taşıyor.

Kadın hareketi verdiği güçlü mesaj ile diğer toplumsal dinamiklerin de önünü açmış oluyor.

Açılım ve çıkış yapma fırsatı arayan her toplumsal muhalefet dinamiğinin, 2018 8 Mart atmosferinden cesaretlenip hamle atması beklenir.

Fakat 8 Mart, solun kimi kesimlerince “başka” bir açıdan tartışılıyor.

Elbette, bu yeni bir tartışma değil.

Uzun bir süredir solun bir kesimi kadın hareketi ve başka diğer toplumsal dinamikleri bugüne değin kendi dışında bir dinamik olarak görüyordu ve anlaşılan o ki hala öyle görmeye devam ediyor.

Onlara göre “devrimciler”, “sınıf siyaseti”, “işçiler” ve “emekçiler” bir yerde; kadınlar, LGBT+ bireyler, Aleviler, Kürtler, ekolojistler ve daha başka toplumsal hareketler başka bir yerde duruyor. Sınıf ve çeşitli toplumsal hareketler arasında içsel değil, sadece dışsal bir ilişki kuruluyor.

“Evet, o da önemli, kadınların talepleri de önemli” vb. gibi söylemlerle güncel toplumsal hareketler göz ardı ediliyor.

Söz konusu olan politik duruş felsefi terimlerle şöyle ifade edilir:

Bütün bu hareketler ve kimlikler tikeldir, asıl ulaşılması gereken evrenseldir ve evrensel olan komünist öznedir.

Bu anlayış evrenselliği yanlış ve diyalektik olmayan bir şekilde kavrıyor.

Hegel ve Marx’ta evrenselliğe ulaşma, onu bütün tikellerden soyutlayarak, tikelliği inkâr ederek gerçekleşmiyor.

Tikele inerek, oradan daha zengin ve somut bir evrenselliğe geçmek, doğru olan diyalektik harekettir. Bugünkü Türkiye toplumuna bakarak bunun ne anlama geldiğini şöyle açıklayabiliriz:

Komünist özneyi; çeşitli toplumsal öznelerden (kadın, LGBT, Alevi, Kürt, vb.) soyutlayarak, ya da bu öznelere üstten ve dayatmacı bir tarzla yaklaşarak değil, toplumsal öznelerin özgün talepleri ve dinamiğini kavrayıp, o özgünlükten yola çıkarak inşa etmemiz gerekir.

Gece yürüyüşüne ve “feminizm”e yöneltilen “eleştiriler”e dönersek…

Alışıldığı üzere, gece yürüyüşlerinin apolitik, liberal, “içi boşaltılmış” yürüyüşler oldukları ve “düzene” karşı olmadıkları söyleniyor.

8 Mart’ın “aslında” dünya kadınlar günü değil, dünya emekçi kadınlar günü olduğu vurgulanıyor… Kimi kurumlar da kadın merkezli miting ve yürüyüşlere katılmak yerine, kendi erkek-kadın karma eylemlerini ve etkinliklerini gerçekleştirmeyi tercih ediyor.

Yanlış anlaşılmasın, bu yönelim ve düşünceler tek bir örgüte ait değil.

En vurucu ve kaba şekilde belli örgütlerde vücut bulmuş olsa da, sol içinde farklı kanatlarda ve örgütsüz kimi solcular arasında yaygın bir eğilim olarak açığa çıktığı aşikâr.

Dolayısıyla eleştirilerimiz de, tek bir örgüt ya da birey üzerinden şekillenmiyor.

 

Sözde radikalizm

Bu arkadaşlar her fırsatta asıl “politika”nın kapitalist düzene karşı olması gerektiğini vurguluyor.

Yani, burada anlatmak istedikleri şey şu: doğrudan ve sürekli emek-sermaye çelişkisini merkezine almayan, onu biricik toplumsal çelişki olarak saymayan hiç kimse, esasında düzene karşı değildir = apolitiktir = liberaldir…

Ve bu saptamaya, muhtemelen karşı çıkmayacaklardır: Kendileri devrimcilerdir, komünistlerdir, Leninistlerdir, ya da “Ne Yapmalı’cılar” dır ve onlardan başka da düzen karşıtı siyaset yapan da yoktur.

Çok radikal gözüken bu anlayış aslında sadece sözde ‘radikal’.

“Düzen” ve “siyaset” bu kadar soyut kavranırsa elbette günlük siyaset açısından yapacak çok da bir şeyiniz kalmaz…

Günlük faaliyet boşlukta salınır, çünkü bu bakış açısına göre bir eylem doğrudan sosyalist devrime doğru atılmış bir hamle değilse, apolitik ve liberaldir.

O zaman “haklı olmak” ve bunu her fırsatta haykırmaktan başka bir şey kalmaz geriye.

Yazılarında ve açıklamalarında kendi yaptıkları dışında bir şeyler yapan herkesi eleştirmek ve buluşmadan buluşmaya insanlara “bir şey yaptıkları” hissi vermek de geriye kalan işler arasında elbette…

Ancak gelin görün ki, somut bir şekilde mevcut düzenin “ezme” mekanizmalarından hiçbirine karşı herhangi bir şey örgütlemiyorlar, bu solcu arkadaşlar…

Her problemin çözümü kapitalizm yerine sosyalizmi “getirmek”.

“Devrim”i nasıl hayal ettikleri de oldukça belirsiz.

Devrimin özneleri kim olacak? Nasıl yapılacak? Devrim hangi maddi hamleler atılarak gerçekleştirilecek? Esasa dair ne teori var ne de pratik.

O parlak lafızlar sözde ve soyut kalıyor; somut bir etki yaratamıyor.

 

Siyaset yapmaktan korkmak

Yukarıda sorduğumuz soruların hiçbirine somut ve açıklayıcı bir cevap alamamamızın nedenlerine gelirsek…

“Feminizm”e (Ve evet hangi feminizme? Marksizm içinde ya da Marksist çerçeveye yakın bile birden fazla feminist yaklaşım var) yönelttikleri “eleştiriler” zaten bu probleme ilişkin.

O arkadaşların anlayışı belki de şöyledir:

Devrime yaklaşmak partiye üye olmak demek; devrimci olmak da gene partiye üye olmak demektir. Peki o kadar örnek verdikleri Sovyet Devrimini yapan parti miydi yoksa partinin öncülüğünü yaptığı bir halk dinamiği miydi? 1917 Rusya’sı hakkında okuma yapan herkes cevabı gayet iyi bilir.

Peki, Bolşeviklerin öncülüğünü yaptığı dinamiklerin hepsi tamamen ve tam bilinçli şekilde “düzen”e karşı mıydı?

Hepsi sermayeye karşı mıydı? Elbette hayır. Her halk isyanı, içerisindeki toplumsal dinamikler gibi karmaşık politik görüşleri ve talepleri barındırır. Bu yüzden Ekim Devriminde kritik parola, “sosyalizm” değil, “ekmek, toprak ve barış” idi.

Toplumsal dinamikler sürekli karmaşa halinde ve çelişkilerle dolu, hakeza “reel politika” da öyle. Kendine stabil mecralar yaratarak, karmaşanın yani gerçek durumun içerisine adım dahi atmadan ülkenin giderek karmaşıklaşan ahvalinden uzak durmanın türkçe meali: siyaset yapmaktan çekinmek ve hatta korkmak kendi korunukları çatısının altında yağmurun dinmesini beklemektir.

 

Komünistler ne yapmalı?

Komünistler bu karışık, çelişkili toplumsal dinamiklere müdahale edip, gerçekçi, ortak bir dil tutturan ve ortak talepler tutturabilen bir yol sunmak zorundadır.

Toplumsal dinamiklere, dışarıdan ya da yukarıdan “en doğrusu biziz” diyerek had bildirmek yerine, toplumsal dinamiklerin içerisinde olup orayla birlikte soluk alıp vererek yön verebilmek asıl devrimci politikadır.

Evet, ‘apolitik’ toplumsal dinamikler içerisinde, çelişkilerle dolu fevkalade karmaşık bir iklimin içerisinde orayla hemhal olarak devrime ve alternatif bir yaşama doğru çabalayanlar değil; soyut ve steril bir şekilde parlak söz üretmekten başka bir şey yapmayanlar, apolitiktir.

Gerçek dünyanın “çelişkiler gübre”sine (Marx) inmeden, düzgün, derli toplu dünyalarında kalanlar, o dünyada on kat büyüse bile hiçbir şeyi değiştiremezler. Kendi kendilerine vicdan rahatlatırlar.

Fakat bu solcu arkadaşların bilmesi gereken; bu yaptıklarının cesur bir duruş anlamına gelmediğidir. Tam aksine bu yaptıkları siyaset yapmaktan korkmaktır.

Bir biçimde hareket halinde olan toplumsal dinamiklerin karışık duruşlarıyla, talepleriyle, düşünceleriyle uğraşmak istememektir.

Ki, toplumsal muhalefetin belirli birkaç alana sıkıştırıldığı bir zamanda, kendi konforlu ortamlarında rahatsız olmadan kalıyor olabilmeleri de son derece gerici bir tutumdur.

Gericiliği “dinci” olmakla eş anlamda kullanıyorlarsa, elbette ne dediğimizi anlamayacaklardır. Ama bu noktayı fazla açmamız lüzumsuz, biraz Marx okusalar yeter.

Özetle, komünistlerin görevi her zaman somut toplumsal dinamikler içinde belirli bir duruşu sergilemek ve uygun taktik hamlelerle stratejik hedefe (devrim, komünizm) doğru yön vermeye çalışmaktır. Çelişkilerin gerilimini kaldırmayanlar ya dışarıda kalırlar ya da içeride “doğru yerde” durup akıl vermeye çalışırlar. Steril bir şekilde dışarıdan “biz biliriz”, “bizim dediğimiz gibi yapsanız…” diyebilirler, ama pek etki yaratmaz.

Bir diğer önemli nokta: elbette toplumsal dinamiklerin hareketliliği içinde kaybolup gitme tehlikesi.

Nerede hareket orada bereket.

Kendini bu hareketin akışına bırakmakla da elbette stratejik hedefe ulaşmak mümkün olmayacaktır.

 

Toplumsal dinamikler ve demokratik devrim

Bu kesimler büyük ihtimalle “demokratik devrim”i zaten gereksiz görürler.

Hatta belki liberal görüyorlardır.

Esas solcu sizseniz, dışınızdaki her şeye liberal dersiniz olur biter.

Yine de söyleyelim: Türkiye halklarının bir takım can yakıcı sorunları ve bu sorunlarla ilgilenen, o sorunlar etrafında örgütlenen (örgütlenmenin ve örgüt üyesi olmanın aynı şey olmadığını hatırlatmak da fayda var.), hareket eden toplumsal dinamikler, vardır.

Patlayan bombalara ve her türlü baskıya rağmen, estirilen korku ve umutsuzluk havasına rağmen yılmadı ve bir biçimde harket etmeye devam etti söz konusu toplumsal dinamikler…

Kadınlar, Aleviler, Arap Aleviler, Kürtler, doğa savunucuları, gençler, LGBT+ bireyler ve elbette sermaye saldırılarına karşı tekrar tekrar direnen işçiler.

O halde birkaç soru sorarak bitirelim yazımızı.

Devrimci siyaset bu dinamikler içinde yapılmıyorsa, nerede yapılır?

Her gün bir kadın bir erkek tarafından katlediliyor ve biz buna karşı “sosyalizm getirelim” söylemi dışında bir şey geliştiremiyorken hangi devrimci siyasetten bahsedeceğiz? Yaygın çocuk istismarına karşı nasıl ses çıkartacağız? Öz savunmayı örgütlemenin nesi liberal?

Ya da başka bir yerden yaklaşalım: Devriminizin, “düzen karşıtı” siyasetinizin özneleri kimdir? Devrimi sadece partililerle mi yapılacak?

Bin tane daha soru sorulabilir ama temelde şunu söylemek gerekir:

Siyasetin özneleriyle örgütlenmeden devrim yapamayız.

Ve bu öznelerin hepsinin bilinci aynı değil. Bu özneleri kendi özgün dinamikleri, karışık bilinçleri olduğu gerçeğini kabul ederek ve oradan yola çıkarak siyaset yapmıyorsanız, nasıl, ne zaman ve nerede yapıyorsunuz?