Gezi üzerinden cadı avı-Tamer Doğan

Sürekli kandırıldığını çekinmeden ifade eden AKP İktidarının haklarını arayan kitlelere kandırılmış ve kışkırtılmış yaftası yapıştırması ‘bunlar aklımızla dalga geçiyor’ tepkisini doğuruyor.

 

 

Epey yazıldı çizildi Gezi Direnişi hakkında, sayısız analiz yapıldı. O dönemi yeniden hatırlamak, anlamak ve devletin rövanşist/intikamcı yaklaşımının nedenlerini kavramak şu anda bir o kadar önemli. Toplumsal bellek açısından bir katkı olsun diye başından sonuna Gezi’de, ardından Yoğurtçu Parkı Forumu’nda, Yeldeğirmeni Dayanışması’nda ve İşgal Evi’nde çalışmış bir arkadaşınız olarak naçizane gözlemlerimizi gecikmeli olarak karalamaya çalışalım…

Gezi’nin iç ve dış mihrakları

Kimdir bu mihraklar, neden iç ve dış olmak üzere ikiye ayrılırlar, ne yer ne içerler, devletler neden her sıkıştığında bu argümanı devreye sokar?

Bir fabrikada grev veya direniş başlar; patronlar, sarı sendikacılar, kolluk güçleri derhal bir mihrak vurgusu yapar. Ya işçilerin içine sızmayı başarmış iç mihraklar (gomonisler-anarşikler) ya da dışarıdan kışkırtıcılık yapan provokatörler aslında iyi niyetli işçilerin kanına giriyordur. Dikkat edilirse işbu argümanın hareket noktası kandırılan iyi niyetli kitlelere kötü niyetli başı bozukların içeriden ve dışarıdan ‘bükme’ müdahalesidir.

Devlet açısından muazzam işlevli olan bu kara propaganda yöntemi aynı zamanda zor kullanmanın meşru zeminini yaratma gayesi de taşıyor.

Hatırlarsak Gezi Direnişinin ilk günlerinde önce aşağılamak için ‘Birkaç Çapulcu’ denildiğinde kolektif ve yaratıcı zeka bu saldırıyı göğsünde yumuşatarak ‘Hepimiz Çapulcuyuz’ ve ‘Tayyip baksana, kaç kişiyiz saysana!’ diye voleyi vurmuştu. Bu karşılama şeklinin bir örneği Onur Yürüyüşlerinde ‘Velev ki İbneyiz!’ diyerek karşımıza çıkıyor. Tarihte bilinen en eski örneği ise; proleterleri yeryüzünün değil öteki tarafın nimetlerine ikna etmek, burada kıymetli değil Tanrı’nın nimetlerinden yasaklı melunları aşağılamak isteyen kiliselere karşı Komünist Enternasyonal’in ‘Yeryüzünün lanetlenmişleri, ayağa kalkın! Açlığa mahkum edilenler, ayağa kalkın!’ diyerek sahiplenmesi olabilir.

Açtığımız parantezden tekrar yazının iç ve dış odağına dönelim…

Yukarıda bahsedilen değersizleştirme ve karalamanın ardından iç-dış mihrak kara propagandası geliyordu. Sürekli kandırıldığını çekinmeden ifade eden AKP İktidarının haklarını arayan kitlelere kandırılmış ve kışkırtılmış yaftası yapıştırması ‘bunlar aklımızla dalga geçiyor’ tepkisini doğuruyor.

Gezi’de mihraklar var mıydı?

Evet, Gezi Direnişinin başından sonuna kadar iç ve dış mihraklar vardı; hiç ara vermeden türlü türlü provokasyonlar denediler, çoğu zaman da başarılı oldular.

Öncelikle MİT (Milli İstihbarat Teşkilatı) ve TEM (Terörle Mücadele) Şubenin Gezi’de azımsanmayacak sayıda üye ile dolaştığı, sadece bilgi toplamaya çalışmakla kalmayıp parkın içini karıştırmak için inanılmaz yöntemleri denediğini Gezi’de direnenler hatırlıyor olmalı.

Koca devlet, yadırgamıyorum, elbette tarihindeki en büyük direnişlerden birine uzaktan seyirci kalacak değil, sızmaya çalışacak, istihbarat toplayacak, strateji belirleyecek ve uygun zamanı kollayıp dağıtacak. Ancak devletin aklı biraz daha değişik çalışıyor; mesela içeriden çürütmek, yozlaştırmak gibi. Hatırladınız mı Gezi’de ücretsiz dağıtılan uyuşturucu hapları? Devletin günahını almayayım ama sanırım en kritik hamlelerinden biri “Truva Atı” yöntemiydi.

“Sivil inisiyatif”

Kendilerine “Sivil İnisiyatif” diyen bir grup vardı ve sayıları 700’e yaklaşmıştı. Bu ekibin başında MİT’in olduğuna en ufak bir şüphem yok ki o günlerde bu konuda epey araştırma yapmıştık. Bu provokatör tayfa en büyük reviri ve Devrim Market gibi yerleri ele geçirmek için mücadele ediyordu. Revir ve Marketi ele geçirme amaçları ise buraların parka bireysel (ki genelde örgütlerin harici böyle idi) olarak gelen gençlerin gönüllü olarak görev aldıkları ilk yerler olmasıydı. Günde en az üç kere organize bir şekilde, parkın girişinde halay çeken BDP’ye saldırmak en önemli görevleriydi.

Bu sayede Taş Kışla ve Point Otel’in oradaki barikatları tekellerine almış oldular. Güçlerinden emin olunca da ilk hamleleri Taksim Dayanışması önlüğü giyenlere saldırmak, Devrimcileri barikata yaklaştırmamak ve hiyerarşik bir organizasyona girişmek oldu.

Düşünün ki en tepedeki orta yaşlı, çok kaliteli bir telsiz kullanan, sürekli barikatın ardına gidip geri gelen ve “komutanım” dedikleri şahısla görüşebilmek için bile günlerce ısrar etmemiz gerekmişti.

Şöyle bir soru ile devam edelim? Siz olsanız, revirin ihtiyaç listesi panosunda ilk sıraya ne yazardınız? Bahsi geçen ekip “Türk Bayrağı” yazıyordu ve hayati tıbbi malzemeleri yazma gereği bile duymuyordu.

Bir başka tanıklığımız ise; bizler henüz toz maskesinden yarım maske artı gözlük aşamasına evrim geçirirken bu revirin içinde koliler dolusu paketinden çıkarılmamış profesyonel maskeler vardı ki asla dağıtmadılar.

Bir diğer olay ise 11 Haziran Salı sabahı biz yoldaşlarımızla helalleşip Gümüşsuyu barikatlarına koştuğumuzda arkamızdan yani Point Otel ve Taşkışla barikatlarının olduğu yönden en ufak bir çatışma olmadan, kendilerine bir taş dahi atılmadan gelen yüzlerce polis ile İnönü Stadyumu yönünden gelen polis ordusu arasında sıkışıp kalmamızdı.

Elbette bu ekibin tamamı şaibeli, mihrak veya provokatör değildi ancak dümenin direnişçilerde olmadığı kesindi.

İşçi Partisi ve TGB

1 Haziran Cumartesi günü önce Taksim Meydanı ardından da Gezi Parkı’na girdiğimizde elbette birileri devrim oluyor sanrısına kapılmıştı. Ama tarihe not düşülmesi gereken bir nokta var ki o zafer sarhoşluğu yaşanan anda İşçi Parti’li ve TGB’li faşistler meydanda gayet organize bir şekilde BDP’ye saldırmaya başlamış, Komünist ve Anarşist Devrimcilerin Kürt Özgürlük Hareketi ile dayanışması sonucunda püskürtülmüştü. Denilebilir ki “bu başlık altında bu faşistler de mi yer alıyor?” Yer almakla kalmıyorlar, aslında en organize mihrak olduklarını iddia ediyorum. Salt BDP’ye saldırdılar diye değil elbette.

Tıpkı Gezi Direnişi ile eş zamanlı Brezilya ve günümüzde sarı yelekleriyle Fransa meydanlarındaki direnişin yönünü ulusalcı veya Neo-Nazi çizgiye kırmaya çalışanlar gibi İşçi Partililer de planlı, sistematik ve organize bir şekilde provokasyonlarda bulundular.

Özellikle forumlardaki serbest kürsüleri sanki bağımsız bireylermiş ve birbirini tanımıyormuş gibi davranarak ustaca işgal ettiler. Belki bellekler canlanmaya başlamıştır.

O dönem halihazırda Silivri’de tutuklu olan, henüz devletine hizmet vaadiyle AKP ile anlaşma yaparak tahliye edilmemiş olan Doğu Perinçek’in Aydınlık Gazetesi’ndeki “Yoğurtçu Parkı’nı dağıtın!” talimatını da hatırladıysanız taşlar yerli yerine oturacak.

Kitlelerin ‘Faşizme karşı omuz omuza’ çatıştığı anlarda ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz!’ diye slogan atmaları ve Gezi’yi ulusalcı çizgiye bükmek için çırpınmaları merkezi bir mihrağın planlaması dahilindeydi.

İç-dış ekseninde değerlendirecek olursak bizatihi dış mihrak olduklarını düşünüyorum. 12 Eylül öncesi devrimcileri ihbar eden bir zihniyet olsa olsa dış mihrak olur, belki de dış yerine cepheden karşımıza alma kastıyla karşı mihrak bile diyebiliriz. İç-dış ülke sınırları ile algılanmamalı.

Denilebilir ki; ‘bayram değil, seyran değil’ beş buçuk yılın ardından ne gerek vardı bu noktaları deşmeye.

Yazının derdi; devlet aklının Gezi Direnişini dış mihrakların oyunu şeklinde illegalize ederek “Gezi Terör Örgütü” (GTÖ) yaratmaya çalıştığı, cadı avı ile yaklaşık 600 kişiye Gezi’nin faturasının çıkarılacağı söylentilerinin ete kemiğe büründüğü şu günlerde önden cevap üretme çabasından ibaret.

Velhasıl, iktidardakiler alttan alta kaynayan emekçilerin homurdanmasının farkında ve bu okuma sayesinde önden hamlesini Gezi üzerinden rövanşizm ile yapmayı planlıyorken bizlerin ayık ve yan yana durması hayati önemde.