Kavşak Noktası – Oğuzhan Kayserilioğlu

A. İsyan’dan bugüne

Haziran İsyanı günlerinde hiç beklemediği bir anda kendi iktidarının sonunun geldiğini gören AKP, hemen yedi ay sonra 17-25 Aralık’ta “içerden” darbelenerek cezaevine kapatılma riskiyle tanışmıştı. Darbeyi vuran en yakın “ittifak” gücü/Cemaat’i kaybederek denge ve güç kaybına uğrayan AKP, Ordu ile “flört” etmeye sürüklenmişti.

O arada, PKK’yi kuşatıp sıkıştırarak zayıflatma amacıyla yürüttüğü “Çözüm sürecinde” kaybeden taraf olduğunu da gördü ve son darbeyi 7 Haziran’da aldı.

Bütün bu süreç içinde, aynı zamanda, Ortadoğu politikaları da iflas etmiş, kendi deyimleriyle “değerli yalnızlık” içine düşmüşlerdi.

Ancak, AKP, her biri özel ağırlık taşıyan ve normal şartlarda hükümetin düşmesini sağlayabilecek güçte olan bu darbeleri atlatabildi ve halen iktidarda!

Ama, nasıl ve ne pahasına?

Gezi isyanının bastırılması sürecinde başlayan, 17-25 Aralık’ta yaptığı yolsuzlukları açığa vuran Cemaat’in “darbe girişimiyle” hız kazanan ve nihayet, 7 Haziran öncesinde Rojava’daki gelişmeler ve HDP’nin barajı aşacağının kesinleşmesi üzerine “Çözüm masasının devrilmesiyle” askeri biçimlere bürünerek yoğunlaşan özel bir “yönetim tarzı” oluştu.

Bu “tarz”, kitle destekli bir açık faşist diktatörlüğün zemin taşlarını döşüyor.

İşte, AKP, başka sebeplerin yanı sıra, özellikle bu özel yönetim tarzı sayesinde halen hükümet edebiliyor. Öyle ki, kaybettiği 7 Haziran seçimlerini bile fiili durum yaratarak olmamışa çevirebildi ve hukuk dışı bir “Darbe” biçiminde yürüttüğü 1 Kasım süreciyle hedefine ulaşabildi.

Bu yönetim tarzı, özel bir öge tarafından belirleniyor; evet, her tarafımızı kuşatan gerilim politikalarından söz ediyoruz. Sürekli ve açılıp saçılarak toplumun tümünü ve yaşadığımız zamanın her anını kaplayan bir “kontrollü gerilim”, bize dayatılan “yönetim tarzının” ana ögesini oluşturuyor.

Süreklileşen ve birçok biçime bürünen gerilim politikalarıyla toplum kamplaştırılıyor, bu kamplar birbirine düşmanlaştırılıyor ve ama her durumda, “Sünni-Türk-Erkek” bir tabanın “İslamcı bir Türkçülük” ve “Devletin Bekası” zemininde AKP’nin arkasında toplanarak pekiştirilmesi hedefleniyor.

Çıkarılan yeni yasalarla; yasama, yürütme ve yargının biçimsel de olsa var olan özel alanları, birleştirilerek merkezileştirildi ve bu özel tarz, onu yargılayan ya da hızını kesen herhangi bir engelle karşılaşmadan uygulanabiliyor. Artık, devletin bütün ana alanları, kısmen Ordu hariç, AKP’nin daha doğrusu Erdoğan’ın doğrudan emriyle çalışıyor. Çok net bir “emir-komuta” zinciri oluşturuldu. Toplumsal güçler “düşman” olarak görülüyor ve çıkarılan yasalarla bu “düşmanlara” karşı her türlü devlet şiddeti yasallaştırılmış oldu.

Elbette, gerilim politikaları, pürüzsüz bir alanda yürütülmüyor. Zaten pürüzlerin/engellerin büyüklüğü o gerilim politikalarının sebebi değil mi?

İçinde yaşadığımız toplumsal alanın birçok alanına yayılmış irili ufaklı engeller, yürütülen gerilim politikalarına direnç gösteriyor ve o direnç/sürtünme noktalarında oluşan karşıt gerilimler AKP’nin etrafını sarıp kuşatarak attığı her adımda onu zorluyor. O durumda, şiddet eşiği her geçen gün yükselen ve kimi zaman katliam düzeyine sıçrayarak zirve yapan, süreklileşmiş bir “devlet zoru” devreye giriyor. Bu zorla engeller aşılıyor ve “yola devam” ediliyor.

Ama, hiçbir sorun çözülmediği/çözülemediği için, elbette o engeller/direnç ve sürtünme noktaları/karşıt kuşatma eksenleri de, onları zor yoluyla iterek “yola devam” eden AKP’nin sırtında konumlanıyor ve her geçen gün ağırlığı artan toplumsal “yükler” olarak kendilerini sürdürüyorlar.

Kürt halkının “özgürlük” arayışı, işçilerin sosyal haklar için mücadelesi, öğrencilerin “eşit, bilimsel, ana dilde eğitim” mücadelesi, kendileri için giderek bir cehenneme dönüşen toplumsal ortama karşı “öz savunma” arayışında olan kadın kurtuluş hareketi, ekolojik yıkıma karşı kentlerde ve kırlardaki direnişler, Alevilerin “özgürlük” arayışları, neo-liberal soygun ve yoksullaştırma politikalarının derinleştirilmesine karşı bütün toplumsal güçlerin biriken tepkileri ve kimi zaman patlayıveren hak arayışları…vd.; evet, bütün bunlar direnç ve sürtünme noktaları olarak öne çıkıyor ve halkçı-demokratik bir zeminde güç biriktiren toplumsal gerilim eksenleri olarak AKP’nin etrafını kuşatıyor.

Devlet gücünün büyüklüğü, tümüyle kontrole alınmış medya aracılığıyla toplumun günlük ve hatta anlık düzeyde süreklileşmiş “algı operasyonlarıyla” “eğitilmesi”, sistem içi bir güçlü muhalefetin olmayışı ve Kürt halkı dışındaki muhalif toplumsal güçlerin zayıf örgütlülüğü ve özellikle sosyalist bir devrimci önderliğe sahip olmayışı, hepsi birbirini daha etkili hale getiren gerçekler olarak AKP’nin işini kolaylaştırıyor.

İşte, AKP, şiddetle desteklenen gerilim politikalarıyla bir biçimde iktidarda kalmaya devam ediyor olsa da, hepimizin rahatlıkla görebildiği gibi, aslında hiçbir sorun çözülmüyor ve o çözülmeyen sorunlar gittikçe daha ağır ve daha büyük engeller/pürüzler haline geliyor. Bu yeni durum da, şiddetin daha da arttırılması ve medyanın dilinin daha da kışkırtıcı olmasıyla aşılıyor. Ama, o durumda da, sorunlar gene çözülmemiş olduğu için çok daha fazla büyüyerek yeniden AKP’nin önüne dikiliyor….vd.

Ve, açık ki, birbirini sürekli besleyip kışkırtarak güçlendiren ve her seferinde daha yüksek bir zeminde daha yıkıcı bir kimlik kazanarak kendilerini var eden bu zıt eğilimler, ülkeyi yangın yerine çeviriyor.

Üstelik, gelinen son aşamada, özellikle Kürt sorunu üzerinde rahatlıkla görülebileceği gibi, gerginlik artık “kontrollü” olmaktan çıkıp “kaotik” bir yapı kazanmaya başladı.

“Her an her şey olabilir” hissi, bu ülkede yaşayan herkesin ortak ruh hali değil mi?

İşte, o zaman, özel ve tarihsel bir “kavşak” noktasındayız tespitini yapabiliriz.

B. Güçsüzlük ve çapsızlık

AKP yol almak hatta mutlak iktidar olmak istiyor; bu uğurda, gerilimi şiddetle destekleyerek her alana ve her ana yayabiliyor; ama hiçbir sorunu çözemiyor; çözülmeyen sorunlar ise, kahredici ve kısır bir süreklileşmiş şiddet ortamını doğurup büyütüyor.

Kaosa doğru sürüklendiğimiz “kaotik” bir ortamı solumaya başladık.

Gerginlik politikasının “kontrollü” olmaktan çıkıp “kaotik” bir hale dönüşmesi, “güç yetmezliğinin”(var olan gücün, sürekli artarak karmaşıklaşan gerilimin güncel seviyesini kontrol edememeye başlamasının); onca devlet imkanı ve zamana rağmen hiçbir sorunun çözülememesi ise, “çap yetmezliğinin” (var olan politik kapasitenin, sürekli ağırlaşan sorunları çözebilme birikim ve becerisine sahip olmamasının) sonucunda, bir güncel gerçeklik olarak gittikçe belirginleşiyor.

Evet, AKP’nin önüne kendi gücünün sınırları ve çapının kapasitesi dikiliyor.

AKP, kendi elleriyle oluşturduğu günümüzün “kaotik” ortamında yol almakta zorlanıyor; önünde inatla dikilen çözemediği engeller/sorunlara rağmen yol alabilmek için sürekli daha yüksek gerilim ve şiddet uygulaması lazım, ama gelin görün ki bir sınıra gelip dayanıldığı anlaşılıyor. Gelişmelerin AKP’nin kontrolü dışına çıkma riski artıyor ve özellikle bölge/Ortadoğu politikalarında ve Kürt sorununda “tıkanma” belirginleşiyor.

Siyasetin kutsallaştırılması

1 Kasım sonrasında, gerginlik çıtası yukarıya doğru sıçratıldı ve zaten önceden de işlemeye başlayan özel bir tutum iyice belirginlik kazandı; AKP/Erdoğan siyaseti kutsallaştırılıyor!

AKP ve hatta Erdoğan dışında ve farklı olan her siyasal alan ve kişi, “teröristlik” ya da “vatana ihanet” suçlamasıyla karşılaşıyor. Eh, biz komünistler buna alışığız da, şimdi “terörist” olmak için “demokrat” hatta kimi zaman “liberal” olmak bile yetiyor. Akademisyenlerin “demokrat” zeminde yaptıkları açıklamaya verilen tepki, “her yerde düşman görme, farklı olan her şeyi terörize etme” yöneliminin nerelere ulaştığını gösterdi.

Ama, demokrat akademisyenler sayesinde bir şey daha gördük ki; çok gergin, “kırılgan” ve “nevrotik” bir ruh hali içindeler; zıplamaları için dokunmak yetiyor ve esneme yeteneklerini tümüyle kaybetmişler. Muazzam bir “kaybetme” ve “hesap verme” korkusu içindeler!

Kutsallaştırma, faşizmin inşasının önemli bir hamlesi olarak görülmelidir.

AKP’nin görüşleri bir siyasal partinin görüşleri olmaktan çıktı ve kutsallaştırılarak dokunulmazlık kazandı. “Görüş farklılığı”, artık sadece o politikaların içindeki nüanslar hakkında olabilir; ki, kimi “yağdanlıklar” onu bile çok görüp, birbirlerini “saraya” jurnallemekle meşguller.

Muhalifler ise, isterse sistemin bekçisi olsun hiç fark etmiyor, doğrudan düşmanlaştırılıyor.

Artık “tartışma” yok, “farklı görüş” yok; sadece Erdoğan’ın görüşleri var, ki onlar da “mutlak ve kutsallaştırılmış doğruyu” temsil ediyor. Siz ya o görüşleri savunuyorsunuz ya da dış ve iç düşmanların vatanın bölünmez bütünlüğü üzerindeki haince emellerine hizmet ediyorsunuz!

İlk bakışta bir “güç” belirtisi gibi gözükse de, yaşanan süreci, olağanüstü kritik dengelerin üstünde yürüyen ve bu yürüyüşünü gittikçe artan bir güç ve çap yetersizliği içinde nefes nefese gerçekleştirebilen bir iktidarın ayakta kalma çabası olarak görebiliriz.

AKP, bir biçimde ayakta kalıp iktidarını sürdürebilir; ama, 1 Kasım sonrasında her ne kadar “zafer” havasına bürünmüş olsalar da, şimdi bunun hiçbir kesinliği yok, istikrarsız-gergin ve kırılgan bir iktidar gerçekliği var.

Kaotik ortam

Evet, sürekli gerginlik, her yerde ve her an gerginlik, yeni eşikleri atlayarak daha fazla, daha yoğun ve daha yıkıcı gerginlik; ve elbette, bu gerginliklerin uygulanıp sonuç alabilmesi için gereken “güç dengesini” sağlayan devlet şiddetinin de sürekli ağırlaşıp yayılması, günümüzün gerçekliği. Öyle ki, bu durum, ülkenin günlük yaşamının normal akışını engeller hale gelmeye başladı.

Bir yönetme tarzı olarak “kontrollü gerginlik” AKP açısından istenir sonuçlar yaratmış olsa da, son dönemde hem bölgede hem de ülke sınırları içinde bu tarzın “kontrol” ögesinin zayıfladığını, gerginliğin kontrol dışına çıkma eğilimine girdiğini, “kaotik” bir ortamı solumaya başladığımızı görüyoruz.

Suruç ve Ankara katliamlarından sonra, günümüzde hendekler bahane edilerek Kürt halkının en demokratik “öz yönetim” talebine şehirler tanklarla bombalanarak cevap veriliyor. Liberal-demokrat kimliğiyle bilinen Tahir Elçi’nin öldürülmesiyle “suikastlar” dönemine de geçmiş olduk.

Kürt sorunu, ancak şehirlerin sokaklarında tankların ve tepesinde askeri savaş helikopterlerinin dolaşmasıyla kontrol edilebilir bir seviyeye sıçradı. O alandan çakan kıvılcımın bütün ülkeyi saracak bir yangına dönüşme ihtimali her geçen gün artıyor.

Gezi güçleri, 20 Temmuz ve 10 Ekim katliamlarının şokuyla kısmen geri çekilmiş olsa da, bu geri çekilme henüz Gezi ile başlayan dönemi bitiren ve Gezi güçlerini tarihe mal eden bir seviyede değil. Tam tersine, en son akademisyenlerin açıklamaları, Gezi dinamiğinin hala çalıştığını, oradan alınan cesaret ve cüretin fırsatını bulunca hala canlanabildiğini gösterdi.

İşlenen kadın cinayetleri ve her geçen gün bir yenisiyle karşılaştığımız kadınlara yönelik aşağılama ve tacizler, Gezi’de kendi güçlerini gören ve özgürlüğün tadını alan kadınların içinde güçlü bir isyanın mayasını atıyor olmalıdır. Ekolojik yıkım artarak sürüyor ve o alanda da bir mayalanma olduğu kimi lokal tepkilerden anlaşılabiliyor.

İşçiler, neo-liberal uygulamaların derinleştirilerek sürdürülmesinin sonuçlarına karşı birçok fabrikada lokal düzeyde ve zayıf da olsa tepkilerini her fırsatta gösteriyor. Artan yoksulluk, varoşların rejimin kontrolü dışına çıkması olasılığını büyütüyor. Yakın gelecekte varoşların çatışma alanına dönüşmesi gerçekliğiyle yüzleşebiliriz.

Rusya uçağının düşürülmesi, geri dönüp vuran bumerang misali, Suriye ve Irak’ta zaten çıkmaza saplanmış olan AKP’nin “ilhakçı” bölge politikalarına bir darbe daha vurdu.

Suriye’de artık uçak uçurulamıyor ve desteklenen örgütlerin Rus uçakları tarafından vurularak dağıtılmasına karşı medyatik şovlardan başka cevap verilemiyor. AKP’nin bölge politikalarının en büyük engeli olan Rusya’ya aradığı fırsatı bizzat AKP verdi ve Rusya Suriye’ye derinlemesine yerleşti. ABD ise, hem Rus uçağının düşürülmüş olmasından hem de kendi çizdiği sınırları aşmaya çalışan AKP’nin Rusya tarafından sıkıştırılıp yıpratılıyor olmasından memnun olmalıdır.
Taşeron olarak kullanılan IŞİD, anlaşılan bu sefer başka bir gücün taşeronluğuna soyunarak Sultanahmet’te bomba patlattı ve cari açığın “aspirini” olan turizm gelirlerine ağır bir darbe vurdu. Özellikle Alman turistlerin hedeflenmiş olunması, aynı günlerde İncirlik’ten kalkmaya başlayan Alman bombardıman uçaklarını akla getiriyor.

İşte, birçok alanda aynı anda sürdürülen gerginlik politikalarının neredeyse tümü oldukça zorlu eşiklere gelip dayanmış durumda. Bu alanlara dair hiçbir sorunu çözemeyen bir “çapsızlık” ve yeni eşikleri aşmak için gereken gücü/zoru yeterince besleyemeyen bir “güç yetmezliği” belirginleşiyor. Çapsızlık ve yetmezlik olguları, gerginlik politikalarının kısmen kontrolden çıkması ve kaotik bir ortamın oluşması gerçekliğini yaratıyor.

C- Faşizm ya da Demokratik Cumhuriyet

Sonradan değerlendirecek olanlar, 7 Haziran’ı, sanıldığı gibi çıkan oy oranları açısından değil, ama o oy oranlarının ortaya çıkardığı olağanüstü devrimci moment ve bu muazzam fırsatın yapılan şenliklerin aldatıcı parlaklığının gölgesinde kaçırılışı üzerinden değerlendireceklerdir.

Evet, yeni ve eskilerinden oldukça meşru, çaplı, derinlerde kök salacak ve uzun sürecek bir halk hareketi, hemen 7 Haziran sonrasında yapılacak hamlelerle ivme verilerek başlatılabilirdi. Hepsi son derece meşru olan demokratik ve sosyal talepler, rejime hiç beklemeden (evet, oluşan olağanüstü gergin momentum içinde 1/bir günün bile özel önem taşıdığının bilinciyle hiç vakit kaybetmeden) dayatılmalıydı. Bu hareket, bir şeyleri devletten talep etme zeminine değil, devletin oligarşik-totaliter yapısına alternatif bir seçenek olarak, özgürlükçü ve demokratik bir halk gücünün inşası zeminine yerleşmeliydi.

Halkın 7 Haziran’da kazandığı başarı ve açığa çıkan gücü, bu başarıyı kesinlikle kabul etmeyeceği belli olan kurulu düzene uygun-meşru taktik hamlelerle dayatılmalıydı. Yapılan yasa değişiklikleriyle alınan her anti-demokratik tedbir geçersiz ilan edilmeli, neo-liberal soygun uygulamalarının iptali için direnişler örgütlenmeliydi. Ve elbette, verdiği oylarla kendi taleplerini çok net olarak gösteren Kürt halkının sesine ses katmalı, önünü açmalı ve sonradan “silahlı” biçimde yapılan “demokratik özeklik” hamlesi “silahsız kitle gösterileri” biçiminde yapılmalıydı.

İşte, 8 Haziran’ın ilk saatlerinden itibaren, demokratik talepleri yönünde ve meşru biçimde davranan bir halk gerçekliği; bu gerçekliğin meşruluğu ve “başka bir seçenek” düzeyinde olabilirliği; on yıllardır seçeneksiz bırakılan ve Gezi’de patlayarak kendisini ifade eden halka, bu sefer bilinçli bir öncü politik yönelimle önü açılarak işaret edilebilirdi. O günün koşullarında, böylesi bir güçlü demokratik yönelimin bir karşılık alacağı ve halkın seçim sonuçlarıyla açığa çıkan iradesinin bin bir biçime bürünerek özgün bir demokratik inşa faaliyetini başlatacağı kesindi.

Toplumsal yaşamın her alanına yayılan demokratik ve sosyal dönüşüm taleplerine gelen her “ret” cevabı, yeni bir meşru halk direnişiyle karşılanmalı ve direnişlerin toplamından oluşan bir güçlü halk iradesi var edilmeye ve kalıcılaştırılmaya çalışılmalıydı. Bu canlı toplumsal sürecin içinde, anlık parlaklıklara değil, sürece yayılan bir derinleşme-kök salma mantığına oturmuş halkçı-demokratik bir güç alanı gün be gün inşa edilmeliydi.

Amaç, zat-ı şahaneleri tarafından “onore edilmek” ya da “kabul edilmek” değil, kimin ne yapıp söylediğine bakmadan hızla ve öncü hamlelerle “kendini inşa etmek” olmalıydı. Her zaman olmazdı, hatta neredeyse hiç olmazdı; ama bir kez olunca da, an bile kaybetmeden hemen davranıp inisiyatif (üstünlük/öncelik) alınması gereken özel bir tarihsel momentumun içine girilmişti.

“Ne olabilirdi ki” mi diyorsunuz?

Evet, 7 Haziran’ın özel momentumunda, iktidar güçlerinin gittikçe derinleştirerek uyguladığı faşizan uygulamalara ve neo-liberal yoksullaştırma politikalarına karşı, “Özgürlük, Demokrasi ve Toplumsal Refah” bayrağını yükselten, “kendisi olmaktan” ve “yalnız kalmaktan” korkmayan “özgür bir bilinç” ve onu sürdürebilen “beceri” olabilseydi, ne olabilirdi?
Gerçeklere ayağını basan hayaller kurmak, sadece “gelecek” değil, ama “geçmiş” için de açıklayıcı ve yol açıcı olabilir.

Geçmiş, olduğu gibi olmak zorunda değildi; 7 Haziran akşamı gerçekliğinden güç alacak farklı bir halkçı-demokratik irade, toplumsal yaşamın akışını, şimdi bulunduğumuz yerden çok değişik yerlere ulaşacağı bir yöne bükebilirdi.

Evet, kadınlarda biriken özgürlükçü enerjinin önünü açan, ekolojik yıkıma karşı direnişleri güçlendiren ve bunları özel bir momentumun enerjisi ve hızıyla hemen 8 Haziran’dan itibaren fiili durum yaratarak gerçekleştiren bir “öncülük” olsaydı, ne olabilirdi?

Muhtemelen topyekun bir devrimci dönüşüm henüz olamayacaktı, ama halkçı bir demokratik güç alanı yüksek moralle kendini var edecekti; böylesi bir halkçı zorlama karşısında AKP sarsılacak ve sermaye güçleri hızla bir AKP-CHP koalisyonu kurmak zorunda kalacak; Suruç ve Ankara bombaları muhtemelen patlatılamayacak; 1 Kasım seçim darbesi gündeme bile getirilemeyecek ve muhtemelen, bir erken seçim talebi, oluşan ve artık %20’leri hedefleyen halkçı güç alanı tarafından yapılacaktı.

Böylesi bir demokratik ve meşru halk hareketi, devlet şiddetiyle cevaplanacaksa, ki muhtemeldir, bu şiddet yönelimi silahsız ve meşru halk yığınlarına uygulandığı andan itibaren hiçbir meşruluk kazanamayacak ve karşısında “şaşkın” ya da “yenilgili” değil, “kendisi olmanın” gücüyle tanışmış, neşeli ve morali yüksek bir halk bulacaktı.

Ama, siyaseti sadece seçimlere, meclis faaliyetlerine, sistem güçleriyle görüşüp dengeler kurmaya daraltıp indirgeyen anlayış; tam da o günlerde aslında çok insani olan bir refleks gösteriyor ve 7 Haziran zaferini kutlamak için şenlikler düzenliyordu. Hatta, o en meşru şenliklerin bile AKP’yi “rahatsız etmemesi” için özel itina gösteriliyordu. Centilmenler arası bir bilek güreşi ya da eskrim müsabakası alanı olduğu sanılan TC siyasal arenasında, nasıl olsa HDP’nin galibiyeti tescillenecek ve AKP’nin yenilgisi de kabullenilecekti.

Ne yazık, şimdi hepimiz iyi biliyoruz ki, ikisi de olmadı.

TC siyasal arenasının tarihsel ve yapısal gerçekleri, özellikle de güncel momentumun yıkıcı gerginliği ve bu gerginliğin hızla devreye soktuğu güç ilişkilerinin demirden yasaları, 7 Haziran’dan henüz 3-5 gün geçmeden halk güçlerine dayatıldı ve günümüze dek süren bir özel dönemin/darbe sürecinin önü açıldı.

AKP, yediği yumruğun tesiriyle kısa bir şaşkınlık geçirdikten sonra, hızla refleks üretti, yenildiği 7 Haziran seçimlerini kendi düzeninin yasalarını çiğneyip yok sayarak olmamışa çevirdi ve “1 Kasım seçim darbesini” devreye soktu.

1 Kasım’a dek geçen sürede, artarak süreklileşen günlük devlet şiddetinin yanı sıra, 2 katliam yapıldı ve Kürtlerle savaş yeniden başlatıldı. Aynı zamanda, HDP’nin seçim zaferinin olası sonuçlarından “vazife çıkaran” Ordu ile “ittifak” kurularak, böylesi bir saldırgan süreç için gerekli olan güç desteği de sağlandı.

Evet, tarihin özel yoğunluk ve gerginlik taşıyan bazı dönemlerinde, sadece haklı ve güçlü olmak yetmiyor; üstüne basılan siyasal zemini çok iyi tanımak, gerçeklerle yüzleşmeyi göze almak, uygun hamleleri tam zamanında yapmak ve kurnaz olmak gerekiyordu. Ve, Erdoğan’ın HDP’ye nazaran bu konularda çok daha üstün olduğu açıktı.

Üstelik, onca katliam ve hileden sonra, 1 Kasım gecesinde bir şey daha oldu; üstünden kan ve hile akan seçimlerin “saygınlığı” ilan edildi! Peki, 7 Haziran’daki meşru zaferin yasa dışı yollarla darbe düzenlenerek iptal edilmesi ve darbe sürecinde işlenen suçlar, ya onlar ne anlama geliyordu?

Her ne kadar bir şarkının sözlerinde “Cevaplar dostum, rüzgarda yazılı” denmiş olsa da, şimdi ve burada oldukça sıkıcı olmayı göze alarak, cevabın o “saygınlığı” ilan edenlerin bilincinin zaaflarında olduğunu söylemeliyiz!

Güçlerin son durumu

Kürtler ve Batı’daki diğer halk güçleri ayrıştı. Kürtler hamle yapıyor; peki ya “Batı”?

Şimdi, açık ki, iki katliam yaşamış ve 1 Kasım seçim darbesinde sert bir tokat yemiş olan “Batı’daki” halk güçleri, 7 Haziran’daki ruh halinde değiller. Tersine, Gezi’den 7 Haziran’a dek taşınan kendine güvenli ve moral dolu bilinç ve davranış hali, o çok özel momentumun kendine özgü toplumsal duruşu, şimdi sarsılmış, yıpranmış ve moralsiz durumda.

Halkı bombalarla şoka sokup paniğe iterek, neredeyse günlük olarak darbeleyip serseme çevirerek ve yarattığı korku ortamında sessizleştirip pasifize ederek yol alan 1 Kasım seçim darbesinin başarılı olduğunu saptamalıyız. Ancak, bu bütünlüklü ve kesin değil, kısmi ve geri püskürtülebilir bir başarı.

Evet, 1 Kasım süreci ve sonrasında, Gezi’nin kazandırdığı özel duruş hayli hırpalandı; ama onu tümüyle kaybettiğimizi ve tümüyle başka bir döneme girdiğimizi söylersek yenilgimizi abartmış oluruz; o epey zayıflasa da henüz yaşıyor ve yeniden güç kazanma yeteneğine hala sahip. Üniversitelerdeki hocalarımız başlarına onur halesi geçirerek ve kurulu düzenlerini riske atarak o yeteneğin henüz yok olmadığını hepimize gösterdiler.

Evet, AKP/Erdoğan kazandı; ama önümüzdeki yılları garantiye alan kesin bir başarı kazandıklarını söylersek abartmış oluruz; olağanüstü hassas ve kırılgan dengelerde konumlanıyor ve ittifak gücü Ordu onun açısından hiç de güvenilir bir ortak sayılmaz. Ve üstelik, etrafını kuşatan engellerle baş etmekte güç ve çap yetmezliği problemiyle baş başa kalmış durumda.

Şimdi, oldukça geç kalınmış ve 8 Haziran sabahına göre oldukça dezavantajlı bir durumda olunsa da hala, kaldırılması gereken bir “Özgürlük ve Demokrasi” bayrağı ve inşa edilirken hedeflenmesi gereken bir “Demokratik Cumhuriyet” gerçekliği var.

Kürt halkı her iki eğilimi de fiilen hayata geçiriyor, ya “bu taraf” ya “Batı”?

Şimdi, gelip bir yol ayrımına dayanmış durumdayız; önümüzdeki yol ayrımı, faşizm ya da demokratik cumhuriyet olarak apaçık duruyor.