Hiçbir derde deva olmayan ‘Başkanlık Sistemi’! – Meral ÇINAR

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında hızla küreselleşen dünyada “modern ulus-devlet” yapısı bildiğimiz halinden çözülmeye başlamıştı. Sosyal devlet anlayışının giderek yok olması, neo-liberal politikalar yüzünden artan yoksullaşma, sosyal hakların hızla geriye gitmesi; Müslüman ülkelerde “batılılaşmaya ve modernizme” karşı geliştirilen “Siyasal İslam” düşüncesinin örgütlenmesinin önünü açtı.

Cumhuriyet tarihinde Siyasal İslam düşüncesinin Türkiye’de yeniden güç kazandığı dönem Demokrat Parti dönemi olsa da, esas itibariyle 80 darbesi sonrası palazlanmıştır. 12 Eylül’de Türk-İslam sentezli bir darbenin yapılması, cemaat örgütlenmelerinin hızla gelişip meşrulaşması sonucunu doğurdu. Maddi ve manevi olarak giderek yoksullaşan ve şok etkileriyle korkutulan halklar, hızla Siyasal İslam etrafında örgütlenen cemaatlere katılmaya başladı.

Siyasal İslam’ın Türkiye’deki gelişim tarihine bakarak yapmak istediğim, bugün yaşanan rejim krizinin esasının dayandığı dinamikleri irdelemektir.

Rejim krizi “Başkanlıkla” çözülebilir mi?

AKP’nin kurmak istediği ama hala anayasal bir statü kazandıramadığı Siyasal İslam rejiminin, bir faşist diktatörlükle kurulmaya çalışıldığı günlerin içerisindeyiz. Köprüden önce son bir çıkış umudumuz hala mevcut elbette…

Peki, AKP “Siyasal İslam” ideolojisinin nasıl bir temsilcisi ve/veya bu ideolojiyle ilişkilenme biçimi nasıl?

Erdoğan öncülüğünde AKP kurucu üyelerinin Erbakan ve onun Siyasal İslam ideolojisinden “yenilikçilik” eleştirisi ile ayrıştığını hatırlayalım. Bu yenilikçilik, Siyasal İslam düşüncesinin çıkış noktası olan “Batılılaşma ve modernizm” karşıtlığına bir eleştiri olarak kendini göstermişti. Nitekim de öyle oldu.

Bugün herhangi bir kimse, Erdoğan’ın “Ortadoğu’nun emperyalizme karşı savaş açmış lideri” gibi görünen teatral çıkışlarını dikkate alarak, batının hegemonyasında ilerleyen (kültürel, ekonomik, siyasal vd.) sisteme karşı politika izlediğini iddia edebilir mi?

Hadi diyelim hayal ettikleri ve yapmak istedikleri Türkiye’de Siyasal İslam ideolojisinin tüm değerlerine ve öğretilerine uygun bir rejim inşa etmek olsun! Peki, neo-liberal politikaların sınırlarının şimdiki boyutlara ulaştığı bir dünyada konumlanan Türkiye’de hareket eden sermaye ekonomik ve siyasal açıdan Batının egemen güçlerine bu kadar bağımlıyken, bu ne kadar mümkün?

Çok zor olduğunu vurgulayalım.

“Eğer yeterince büyük bir yalan söyler ve bunu tekrarlamaya devam ederseniz insanlar sonunda buna inanmaya başlarlar” düşüncesiyle yola çıkarak; iç konsantrasyonu ajitasyonla ayakta tutabilmek için dış politikada savaş çığırtkanlığı yaparak da mümkün görünmüyor.

Ortalık yerde Misak-ı Milli sınırlarını hatırlatıp, Osmanlı devletinden kalma sınırlar üzerinde hak iddia ederek, Osmanlıcılık ruhunu yeniden canlandırarak, milliyetçi muhafazakar tabanını konsolide ederek de!

Etrafında dolaştığı ama doğrudan sahiplenmediği veya sahiplenemediği Siyasal İslam ideolojisinin yarattığı rejim krizini bu şekilde çözemez.

Krizin düğümlendiği yer; toplumsal karşılığının zayıflığında ve toplumsal ilişkilerin bu ideoloji etrafında yeniden şekillenebilmesinde değil ki! Bu yöndeki açılımlar kamusal ve özel alanda uygulanan politikalarla çokça yapıldı ve Türkiye’de bir karşılığının olduğu çok açık. Düğüm, bu ideolojinin, Dünya ve Türkiye koşullarında siyasal ve ekonomik alandaki bugünün gerçeklikleriyle ne kadar uyumlu ve uygulanabilir olduğu noktasında oluşuyor.

Buradan da anlayacağımız üzere; ekonomik krizin, rejim krizinin ve devlet krizinin derinleşerek devam ettiği Türkiye’de “Başkanlık Sistemi” rejim krizine bir çare olmayacak. Eğer Türkiye “Başkanlıkla” birlikte başka bir ekonomik ve siyasal boyuta geçmeyecekse!

Peki, devlet krizi?

Hâlihazırda 15 Temmuz darbesi ile birlikte derinleşen ve devletin içindeki farklı klikler arasında neredeyse uzlaşmaz bir çatışmaya evirilen devlet krizi, “Başkanlıkla” birlikte ortadan kalkacak mı?

15 Temmuz’dan beri hep birlikte; Erdoğan/AKP iktidarının, devletin geleneksel dokularıyla ağır bedeller ödeterek ve ödemek uğruna oynamasına şahit oluyoruz.

İşte, “Başkanlık”, bu krizin ortadan kalkmasına değil, devletin içerisinde AKP’nin tasfiyeci politikalarına karşı yeni bir “devlet refleksi” yaratmaktan başka bir işe yaramaz. Ordunun tasfiyesiyle birlikte; cihatçı çeteler, özel güvenlik ve AKP Gençlik Kollarından oluşturulan “yeni silahlı ordu” ile yapılan hazırlıklar bu durumun farkında olduklarının bir kanıtı.

Peki, tüm bu krizleri çözemeyecek ve hatta daha da derinleştirecek olan “Başkanlık Sistemi” neden bu kadar önemli Erdoğan için? Bu krizlerin çözülemediği bir ülkeye başkanlık etmek de bir hayli zor olmayacak mı?

Anlaşılan o ki, başkanlık artık Erdoğan için bir hedef değil; hızla sürüklendiği bir sonuç oluyor. Türkiye devleti için de başkanlık bir çıkışı, krizleri aşma pratiğini değil; faşizme doğru panik havasında bir kaçışı simgeliyor.

Bu panik bizi iç savaşa doğru sürüklerken, Erdoğan’ın başkanlık hayalleri gerçekleşse bile elinde başkanlık edeceği “homojen” bir ülke/toplum kalmayacağını ve kendisinin de bunun farkında olduğunu bilelim.

Daha da önemlisi, Erdoğan için her şeyin çok geç, bizim içinse bir başlangıç olduğunu unutmayalım.