Özgürlüğe doğru kopuş – Oğuzhan Kayserilioğlu

Sanırım herkes şaşırıyordur; bir dönem komünist siyasal mücadelede bulunmuş hatta ağır bedeller ödemiş bazı insanların, şu ya da bu sebeple siyasal mücadeleyi bıraktıktan sonra hızla sistemle bütünleşmesi ve mücadele içindeyken edindiği neredeyse bütün kazanımlarını terk ederek sistemin sıradan bireylerinden birisine dönüşüvermesi, gerçekten de şaşırtıcı değil mi?

Aslında, oldukça basit ama aşılması olağanüstü zor bir sorunla yüzleşmek gerekiyor.

Sorun, aktif siyasal mücadele döneminde nedense “ihmal” edilen bir gerçeklikten kaynaklanıyor.
Militan, mücadelesini sürdürürken, bizzat kendisinin de bir mücadele alanı olduğunu sanki hiç görmüyor. Dolayısıyla, aktif mücadelenin “gölgelediği” sistem kişiliği, mücadelenin parıltısı ortadan kalkınca çırılçıplak ortaya çıkıveriyor.

O, mücadele içindeyken, içinde yetiştiği ama şimdi yıkmaya çalıştığı sistemin toplumu hücrelerine dek sarıp sarmalayarak kendisine uygun bir yapıya soktuğunu ve elbette o toplumun bireylerine/ o arada militanın kendisine de nasıl en ince ayrıntılara dek dağılan “yüklemeler” yaptığını düşünüp çözümlemiyor.

Yıkılmaya çalışılan sistem sanki “dışsal” bir “kötülük”, ama devlet denen bir sopa sayesinde halkı korkutarak kendi hükmünü sürdürebiliyor. Dolayısıyla, bir biçimde devlet zorlanıp yıkılırsa bütün sorunlar çözülecek, her yer cennete dönüşecektir!

Evet, devletin yıkılması epey zor da, keşke her şey o kadar “kolay” olsaydı!

Asıl sorun ondan sonra başlıyor!

Tarihin güncelliği

Toplum bir Tarihin içinden çıkıp gelir ve yüzeysel bir bakışla sanılacağı gibi Tarih sadece geçip giden bir şey değil, ama aynı zamanda şimdi ve burada da hareket halinde olarak iş gören bir güncel gerçeklik, aktüel bir öznedir.

Hem on binlerce yıllık “avcılık-toplayıcılık” döneminden hem de sonrasındaki “medeniyet” döneminden kalma “komünal” ve “medeni” gelenekler sürüp gelerek günümüzde de hükmünü yürütüyor.

Güncellik ve Tarih her an/her dönem çarpışır, o çarpışma kırılmalar yaratarak Tarih’i geleceğe doğru fırlatır. Tarih gelecekte de sürüp gider, ama “aynen” değil, yaşadığı “çarpışmanın” kendisine verdiği ivmelerin özgün etkileriyle açılıp saçılarak ve değişip dönüşerek!

Tarihin son 500-600 senesinde ortaya çıkıp egemen olan kapitalist egemenlik sistemi, merkezinde olan sermayenin somut-tarihsel hareketinin çıkarları yönünde oluşturduğu toplumsal ve siyasal yapılar ve eğilimlerle toplumsal yaşamı sarıp sarmalar. Tarihin önceki egemenlik sistemlerinden akıp gelen gelenekler de, sömürü ve baskıyı içerip normalleştiren yapılarıyla, kapitalizme has özgün eğilimlere zemin oluşturup ivme verir.

Kaynaşarak toplumu ve içindeki bireyleri sarıp sarmalayarak belirleyen bu eğilimler, binlerce yıl öncesine kök salmış olmanın sağladığı kapasiteye dayanarak ve egemen olmanın imkanlarını kullanarak kendilerine “doğal” ve “kendiliğinden” var oldukları görüntüsünü verirler. Onlar sanki belli egemenlerin ihtiyaçları doğrultusunda oluşan somut-tarihsel/olumsal-değişebilir tutumlar değillerdir de, güncelliğin ve hatta Tarihin üstünde soyut-mutlak/Tarih dışı-kutsal ve dokunulmaz gerçekliklerdir.

Egemen olmanın gücünü arkasına alan bu eğilimler, olup biten bütün toplumsal ve siyasal süreçleri kontrolüne aldığı gibi, doğal olarak doğumundan itibaren toplumun içinde kurduğu ilişkilerle kendisini var eden bireyleri de belirler.

Aile kurumunun, anne ve baba kimliğinin, kadın ve erkek olmanın, belirli beslenme, barınma, eğlenme gibi toplumsal alışkanlıkların içine doğan bebek, çocukluktan gençliğe ve olgunluğa doğru uzanan yaşamının bütün dönemlerinde ve kendisini var ettiği bütün yaşam alanlarında sayıları artıp zenginleşen toplumsal geleneklerle çevrelenip belirlenerek ve kendisine dayatılan rollere bürünerek yaşar. O, önceden saptanmış ve kimisi ahlak gibi süslenmiş bazısı da zorla dayatılmış egemenlik işleyişine ait toplumsal ilişkiler ve kurumlarla tümüyle kontrole alınmış, zararsız ve uyumlu bir yapıya sokulmuştur.

Tarihle hesaplaşmak

Şayet siyasal mücadele komünist bir zeminde yürütülüyorsa, militan Tarihin ve günümüz gerçekliğinin egemenlerinin sanki doğalmış gibi dayattığı belirli insan olma haliyle/halleriyle ve onlara ait değer yargılarının kuşatmasıyla savaşarak hesaplaşmak zorundadır.

Öncesi şöyle kenarda dursun, “Medeniyet” denilen son on bin yılda yaşanan Tarih esas olarak bir sınıflı toplumlar tarihidir.

İlk dönemlerin “komünal” ilişkileri halen kendisini sürdüren halleriyle güncel direnişin besleyici kaynağı olur. Keza, halkın farklı biçimlere bürünen direnişleri de yarattığı geleneklerle güncel direnişi besler.
Tersinden, farklı sömürü ve egemenlik ilişkilerinin oluşturup biriktirerek günümüze akıttığı toplumsal ilişkiler de, güncel egemenlerin en güçlü destekçisidir.

İnsanın önceden verili bir “özü” yok; o, tarihsel-toplumsal ilişkiler içinde kendisi olan bir toplumsal gerçeklik.

Sözgelimi, on binlerce yıllık egemenlik sistemlerinin ürettiği bencillik, rekabetçilik ya da ezerek hükmetme gibi kimi gelenekler, farklı biçimlere bürünüp değişip dönüşerek günümüz toplumuna ve onun içindeki bireylere sızar. Daha ötesinde, toplumsal/insani var oluşun kapasitesi ve potansiyelleri egemenlerin çıkarlarına uygun hallere sokulmuş; kanatları bağlanmış ya da koparılmış bir kuşun uçma kapasitesini kullanamaması gibi, belli kapasiteleri baskılanmış, sözgelimi “dayanışma” ya da “özgürlük” gibi yetenekleri köreltilmiş, “köleleşme-egemen olanla uyumlu olma” gibi yetenekler kışkırtılmış, yüklenmiştir.

Peki, toplumun içinde yetişip belirlenmiş olan hangi militan bu gerçekliğin binbir nüansa yayılmış eğilimlerinden azade olduğunu iddia edebilir?

Sistemin değerleriyle belirlenme

Şüphesiz, hepimiz dünyaya gözlerimizi açtığımızdan itibaren yaşamın günlük olağan akışı içinde girdiğimiz toplumsal ilişkiler tarafından “sınıflı toplum” gerçekliğinin ürettiği eğilimlerle sarılıp sarmalandık, bilincimiz ve davranışlarımız anbean eğitildi, kodlanıp belirlendi.

Eğer sermayenin kendi çıkarlarını gözeterek icat edip dayattığı neoliberal toplum projesi hızla hakim olabilmişse bu sadece beraberinde destek güç olarak gelen devlet şiddetiyle açıklanabilir mi, kendisine destek olan kimi geleneklerin yarattığı toplumsal ön-kabuller uygun bir ortam yaratmadı mı?

O zaman, bizzat kendisi egemenlik sisteminin bir ürünü olan birey, ona karşı nasıl dövüşecektir?
Elbette, Tarih sadece egemenlerden ve onların toplumsal geleneklerinden ibaret değil, halkın günlük yaşantısındaki dayanışma pratiklerinin ya da egemenlere karşı yürütülen tarihsel ve güncel direnişlerin yarattığı gelenekler de var ve günümüz direnişçilerine yardım ediyor.

Daha önemlisi, tarihin en uzun dönemi olan ilkel komün toplumsallığının tarihin akışı içinde değişip dönüşerek günümüze dek gelen komünal gelenekleri de güncel direnişe zemin oluşturup yol veriyor. Kadim tarihin içinden çıkıp gelen Alevilik toplumsallığının güncel halkçı-demokratik refleksleri başka nasıl açıklanabilir?

Ancak, direnişçi halkçı-demokratik gelenekler altta ve zayıf bir akıntı olarak kendisini sürdürür. Evet, vardırlar, ama toplumu ve içindeki bireyleri sarıp sarmalama ve belirleme güçleri zayıftır, öyle ya da böyle var olan filizlerinin canlanıp güçlenmesi, özel yoğunlaşma ve emek gerektirir.

Yine de, halkçı-komünal gelenekler geleceğin tohumlarını içinde taşıyor, komünizmin zaferi onlara şimdi olduklarından çok farklı anlamlar yükleyecek!

Tarih nasıl ki günümüze el atıyorsa, şimdi ve burada olup bitenler de Tarihe el atar ve ona farklı anlamlar yükler; geçmişte pek de görülmeyen ufak bir ayrıntıyı öne çıkararak kendisinin tohumu görebilir veya “galipleri” çöpe atarken, “mağlupları” zafer tacıyla onurlandırabilir.

Her durumda, sınıflı toplumlar medeniyetinin geleneklerine karşıt olarak kendisini var eden farklı halkçı gelenekler toplumsal ilişkiler dolayımıyla militana/örgüte aktarılır ve aynı zamanda oluşturduğu toplumsal güç alanları üzerinden günümüz militanına/örgütüne hizmet eder.

Yine de, sorumuz baki kaldı; evet, ağırlıklı olarak egemenlerin çıkarlarına uygun gelenekler, kurallar ve kurumlarla kuşatılıp belirlenmiş olan ama şimdi tam da söz konusu egemenlik sistemine isyan eden militan/örgüt başarılı olabilir mi?

Tarihsel ve toplumsal ilişkiler

Her militan içinde yetiştiği toplum dolayımıyla o toplumun içinden çıkıp geldiği Tarih tarafından belirlenen “tarihsel-toplumsal bir ürün” olduğunun farkında olmalı; “kendisine ait” sandığı reflekslerin, düşünme ve davranma alışkanlıklarının doğumundan ölümüne dek içine girdiği toplumsal ilişkiler dolayımıyla an be an ona yüklenen “tarihsel-toplumsal ilişkiler” olduğunu kavramalıdır.

Üstte ve güçlü olan egemenlik ilişkileri daha güçlü, altta ve zayıf olan halkçı ilişkiler daha zayıf olarak ona yüklenmiştir. Şimdi ve burada hâkim olan kapitalizmin günlük işleyişi de, bir an bile durmaksızın kendi çıkarlarıyla uyumlu değerleri güçlendirip kişiliğin tümüne yaymaya çabalar, çoğunlukla da başarılı olur. Elbette, sistemle uyumsuz değerler de zayıflatılıp yok edilmeye çalışılır.

Militan, sistemle mücadele ederken, onu dışsallaştırmamalı, bizzat kendisinin de büyük oranda onun ürünü olduğunu, kişisel sandığı değer yargıları ve alışkanlıklarıyla onu sürdürdüğünü kavrayabilmeli, kendisini de bir “mücadele alanı” olarak görebilmeli, bilinçli ve hedefli bir “iç savaşı” kendisi üzerinde yürütebilmelidir.

Sistemin kendisindeki nüanslara dek yayılmış var oluş halini, hareketini ve gücünü görüp analiz edemeyen ve cüret edip kişiliğinin/yapısının her alanında ve yaşamının/pratiğinin her anında onunla hesaplaşmayan bir militan/örgüt sisteme karşı mücadelesini sürdürebilir mi, bir biçimde sürdürse bile yarattığı siyasal alan sisteme ne kadar seçenek olabilir?

Sistemin ürünü kişiliklerden oluşan bir örgüt, sistemden kopuşabilir mi? Daha da ötesinde; o, eninde sonunda sistemi kendisinde yeniden üretmeye yazgılı değil midir?

Toplumsallaşarak bireyselleşme

İstenen, kendisi üzerine derinlemesine düşünüp egemenlik ilişkilerinin dayatıp içselleştirdiği tutumlardan arınarak sistemden bağımsız, seçilmiş, özgür bir karaktere sahip olmak değil; o zaten bir devrimci-komünist militanın yaşam hali olarak “nefes alıp verir” gibi sürekli devrede olması gereken bir var oluş halidir. Sorunun sahici çözümü ancak “kendi kendine psikanalizin” sınırları içine sıkışmayıp dışına çıkmakla mümkün. Komünizm hedefiyle uyumlu “seçilmiş kişilik” hedefine doğru yürüyüşün maddi zemini esas olarak pratik mücadele içinde oluşabilir.

Sözü getirmek istediğim yer, günümüz siyasal gerçeğinde olup bitenlerin günümüz militanına her zamankinden daha fazla dayattığı bir yönelim: Toplumsallaşma!

Evet, sorunun çözümünün maddi zemini pratikte bir adım ileri atarak, sisteme ait ilişkilerin/cangılın içinde yol açıp hedefe doğru yürüyerek; egemen geleneklerin nefes bile aldırmamayı hedefleyen güçlü kapasitesine karşı, tarihin ve günümüzün halkçı-demokratik ve isyancı toplumsal geleneklerinden güç alıp, güncel halkçı-demokratik-devrimci toplumsal hareketlerle kaynaşarak gerçekleşebilir. Militan/örgüt, kendi kişiliğini/yapısını direnişçi toplumsal alanla bütünleşen bir düzeye yükseltmeli, “onun yoğunlaşmış haline” dönüşmelidir.

Kendisinde yoğunlaşma, kendisine yüklenmiş tarihsel ve toplumsal bütün ilişkilerin farkına varma, bu farkındalık üzerinden özel bir “iç savaş” yürütme, toplumda olduğu gibi kendisinde de üstte ve güçlü olan egemen ilişkilerle savaşırken, altta olan tarihsel ve güncel halkçı-demokratik ilişkileri onların güncel hareketiyle iç içe olarak besleyip güçlendirme, kendisini tarihsel ve toplumsal düzeyde bir halkçı-komünal yoğunlaşma olarak bilinçlice yeniden inşa etme ve inşa sürecini komünizmin eğilimleriyle sürekli eğitme sürecin farklı momentleridir. O momentler iç içe geçip birbirlerini besleyerek var olabilirler, birisinin eksikliği diğerlerini etkileyip zayıflatır.

İşte, militan/örgüt, sistemin içinde yetişen bir birey/örgüt olarak kendisinde var olan sistemi yenebilmeli, siyasal hedefiyle uyumlu seçilmiş bir bireyselleşme/örgüt olma sürecine girip ilerleyerek kendisini yeniden inşa etmeye çalışmalıdır. Ancak böylesi bir zorlu “iç savaş” yürütebilenler sahici bir devrimci-komünist militan/örgüt olabilir.

Şüphesiz, sistemden/sistemin yaşamın bütün alanlarının nüanslarına dek yayılmış eğilimlerinden tümüyle kopuşma neredeyse “imkânsız” derecede zordur. Ancak, farkındalık ve yola çıkma, o yolda elde edilen irili ufaklı zaferler ve yenilgiler, militana/örgütüne “anlam” kazandırarak onu “derinleştirip-sahicileştirecek”, sözüyle kendi varoluşu arasındaki uygunluk üzerinden halka güven veren bir zemine yerleştirecektir.

Sisteme dair bütün gelenekler, alışkanlıklar, değerler vb. hangi pembe şekerle süslenmiş olursa olsun, komünizm hedefine yürüyen bir militan için onu dibe-geriye çeken bir yüktür; özgürlük, sistemden kopuşmakla ve o kopuşmanın bedeli olan “yalnızlaşma” bedelini ödemekle, zirvenin fırtınalarıyla “yalnız” kendisi olarak keyifle dans edebilmekle kazanılabilir.

Bu bir bitmeyen-bitmeyecek süreçtir ve yüzeysel değil ama gerçek bir özgürleşme pratiğidir.
Sınıfsal kökeni ne olursa olsun/işçi sınıfının ve daha genelinde yoksulların ihtiyaçları ve hareketiyle iç içe geçme, hangi cinsten olursa olsun/kadın cinsinin erkek egemenliğine karşı mücadelesiyle kendisini eğitip dönüştürme, hangi inançtan olursa olsun/demokratik bir zeminde bütün inançların kendisini ifade etmesini içselleştirme, hangi tüketim olanağına sahip olursa olsun kendi tüketimini ekolojik yıkımın öznesi olmayacağı bir sınırın içine çekme… gibi yönelimler özgürleşme/komünistleşme sürecinin bileşenleridir.

Gerçek toplumsal güçlerle ve onların hareketleriyle iç içelik ve onların değerleriyle kendisini eğitme, militanın sınıflı toplumlara özgü her türden tutumdan kopuşma yönünde (dikkat, “başkalarında” değil) “kendisinde” yoğunlaşmasını kolaylaştıracaktır.

O artık Tarihin olası komünist geleceğinin şimdiki bilinçli öznesi olma çabası içindedir, kendi siyasal hedefiyle uyumlu bir kişiliğin inşasıyla bitmek bilmeyen bir enerjiyle uğraşmaktadır, hem yıkıcı hem de yaratıcıdır!

O noktada, “gelecek” güncelde yaşam alanı bulur, militanın/örgütün uyumlu yapısına rahatça sızarak gözlerini açar ve militanın/örgütün neşe, onur, kapsayıcılık, yaratıcılık, yıkıcı-yapıcı güç gibi kimi niteliksel kazanımları üzerinden etkisini yayıp derinleştirir.

Militanın anlamı-değeri

Militan/örgüt, ancak ve sadece günümüzün direnişçi toplumsal güçlerinin yoğunlaşmış haline dönüşürse ya da dönüşebildiği oranda, asla sırf güncelle sınırlanamayacak bir derinliğe sahip olan komünist bir geleceğin “Tarihsel” ağırlık taşıyan değer yargıları ve ihtiyaçları zemininde güncel toplumsal güçleri eğitebilme, günceli geleceğe doğru yürüyebileceği bir yapıya yönlendirebilme meşruiyeti, sorumluluğu ve yetkinliğiyle donanacaktır.

İlk bakışta birbirine zıt gibi gözüken bu iki süreç, güncel halkçı güçlerle kaynaşma ve aynı zamanda gelecek adına güncele müdahale etme, tam tersine birbirini besleyip güçlendirir.
Bir dizi krizle sarsılıp zorlanan sisteme karşı kendi ihtiyaçları zemininde mücadele eden toplumsal güçlerle devrimci-komünist hareketin kaynaşması, ancak ve sadece o mücadeleyle sarmaş dolaş olarak, onunla bütünleşerek sağlanabilir.

Sistemin Marksist analizle yapılan çözümlemesinin ortaya koyduğu gerçekliğin işaret ettiği siyasal hedeflere, ancak şimdi hareket halinde olan toplumsal güçlerle ortaklaşarak, onunla kendisini eğitirken ona “tarihsel” anlam yükleyerek sağlanacaksa; en başta militanın/örgütün kendi sistem-içi gerçekliğini aşarak özel bir yapıda “toplumsallaşması”, hareket halinde olan direnişçi güçlerle sahici bir kaynaşma yaşaması ve aynı zamanda komünizm hedefinin “içeriğiyle” uyumlu, sistemden bağımsız ve özgür-devrimci bir kişiliğe sıçrayabilmesi gerekir.

Militanın/örgütün sistemden kopuşarak bağımsız-devrimci bir birey/yapı olarak kendisini inşa etmesi, “olsun da nasıl olursa olsun” tarzında bir mücadeleyle değil, ancak toplumsal güçlerin gerçek hareketinin içinde olunan bir mücadeleyle gerçekleşebilir.

Siyasal zeminde yoğunlaşılması gereken nokta, toplumsal güçlerin, onların ihtiyaçlarının-arzularının ve o doğrultudaki hareketinin “araçsallaştırılmaması” ya da “nesneleştirilmemesi” gerekliliğidir. Araç olan siyasal örgütlerdir, toplumsal güçler değil; siyasal örgütler o güçlere hizmet ettiği, onların hareketinin sözcüsü ve öncüsü olduğu oranda sahici güçler olabilir ve tarihsel değer/ağırlık kazanabilir.

Siz komünistlik iddiasındaysanız ama Aleviliği ya da kadın mücadelesini veya işçi hareketini, kendi örgütünüzün güçlenmesi ya da siyasal hedeflerinize ulaşmak için kullanacağınız “araçlar” olarak görüyorsanız, nafile bir uğraşın anlamsız bir aktörü olmaktan öte gidemezsiniz. Mücadele, halkın ihtiyaçları doğrultusundaki gerçek hareketinin içinde olduğu oranda siyasal hedeflerine ulaşabilir ve aslına bakarsanız o siyasi hedefteki toplum da (havadan ya da gaipten değil) bizzat o mücadelenin içinden “belirlenerek” çıkıp gelecektir.

Böylesi bir mücadelenin olağanüstü zorlukları içinde ayakta kalıp yürüyen militan/örgüt, sürekli kendisine sınırlar-yasaklar-kurallar-hedefler koyarak, analiz edilerek seçilmiş kimi eğilimlerinden kopuşurken seçilmiş başka eğilimleri kendisine dayatıp kazanarak, kendisini sürekli yontup eğiterek, sisteme karşı yürüttüğü savaşı onun bir ürünü olan kendisinde de süreklileştirerek sahici bir komünist kimlik kazanabilir. Bu, komünizmin ona “dışsal” değil “içsel” bir kimlik olma sürecidir.

O, birbirine zıt gibi gözüken bu süreçleri kendisinde kaynaştırdığı oranda, hem ihtiyaçlarının ve arzularının mücadelesini veren toplumsal güçlerle kaynaşabilir, hem de ama güncelliğin içine sokulamayacak bir “asi” tutumla kafasını kaldırarak günümüze gelecek adına müdahale etme, onu olası geleceklerinden özel bir tanesine yöneltme meşruiyetini ve gücünü kazanır.

Stratejiyle uyumlu bir “stratejik kişilik-asabiyet” kazanılmıştır; bu kazanç, militanı/örgütü sistem karşısında sahici bir seçenek olarak tarihselleştirir; en büyük “güç” böylesi bir zemine yerleşerek kazanılır.

Stratejik kişilik-asabiyet binbir biçime bürünmeyi talep eden “taktik kişiliğin” önünü açar, ona zemin olur ve can suyu verir.

Meşruiyet, güç ve gelecek adına güncele meydan okuma üzerine tartışmaya devam edilebilir.