Emperyalistler arası çatışmanın zemini – Evrim Muştu

ABD’yle doğrudan ve resmi olarak savaşta olmayıp, ABD’nin askeri üslerine resmi olarak füze saldırısı uygulayan bir devleti kimse hatırlar mı? Evet, yarım yüzyıldan fazla süren bu çatışma hakikatten yeni bir zirveye ulaşmış oldu.

Uzun zamandır süren bu çatışmadan dolayı solun bazı kesimleri tarafından İran “anti-emperyalist” olarak nitelendiriliyor. Bu çatışmaya yakından baktığımızda ise durumun farklı olduğunu anlıyoruz.

İran’ın anti-emperyalizmi

Çatışmanın uzun vadeli süreçlerine baktığımızda tarihte asıl olarak yaşanan ilk krizin; 1951’de başlayan ve 1953’te ABD ve Britanya istihbaratörgütleri tarafından dönemin Başbakanı Musaddık’a karşı düzenlenendarbe yoluyla sona erdirilen “Petrol Krizi” olduğunu görüyoruz. Çatışma mantığının asıl yapısı burada en safhaliyle ortaya çıkmıştı: Bu has anti-emperyalist bir çatışmaydı.

Malum, bu krizin ana sebebi İran halkının ve siyasi iradesininpetrol sahalarını kamulaştırarak özellikle Britanya’nın emperyalist yaderkliğinden kurtulmak ve kendi kaderini belirlemek idi. Kapitalist sistemin geçtiği “ulusal bağımsızlık” mücadele çağında şekillenen bu toplumsal ve siyasi irade, emperyalist güçler tarafından baltalandığı için kendisini gerçekleştiremedi.

Onun yerine yerleştirilen Şah Rejimi 1979’a kadar çok daha bağımlı bir kapitalist gelişme sürecinden geçecekti. Bu süreçte Şah’ın ABD ve Britanya, sonra da İsrail’in yardımıyla kurduğu devlet, doğrudan batı emperyalizminin global stratejisinin bir ögesi olacaktı.

ABD’nin başını çektiği Batı emperyalist bloğun bölgedeki kolonu olacaktı ve oldu da;ama halk için yaderklik sürecekti.

İslam “devrimi”

1979 İran devriminin temelinde de işte bu mantık yatıyordu. Fakat bu sefer popüler iradeyi temsil eden İslamcılık olacaktı; ki bu durum Ortadoğu’da istisnai olmaktansa zamanın genel siyasi eğilimini temsil ediyordu. Devrilen Şah rejiminin arkasında bıraktığı devlet yapıları “devrimciler” tarafından imha edilmedi. Bilindiği gibi aksine bu devlet gittikçe büyütüldü.

Karşı devrim girişimlerine karşı kendini savunabilen İslam Cumhuriyeti, 2000’lere doğru gittikçe bizzat kendisi “yayılmacılık” olarak tanıtılan alt-emperyalist politikalar uygulamaya başladı. Özellikle ABD’nin Afganistan ve Irak işgalleri esnasında bu ülkelerde kurduğu ağlar ve yarattığı nüfuz oldukça arttı.

Bakıldığında ironik olan, ABD’nin emperyalist stratejisinde 1950-80 arasında Şah için biçtiği alt-emperyalist rol, bugün İslam Cumhuriyeti tarafından ve kendisinin (ABD’nin) yarattığı koşullardan ötürü başarılı bir şekilde izleniyor. ABD emperyalizmine bu derece içten bağlı olan İran ise, kendisini ABD’nin yeni global emperyalist stratejisinin karşısında buluyor. Fiilen iki emperyalizm, biri global, biri bölgesel, şu an Ortadoğu’da çatışıyor.

Anti-emperyalizm var mı?

Bu anti-emperyalizmin olmadığı anlamına gelmez elbette; fakat anti-emperyalist pozisyonun neyden ibaret olduğuna dikkatlice bakmak gerekiyor.

Anti-emperyalizm ancak kendisini, bu iki ülkede gerçekleşen halk isyanlarının içerisinde gösterebilir: İlki İran halkının mücadelesinde yer edinen, İran devletinin alt-emperyalist bölge siyasetine ve yine ABD’nin emperyalist Ortadoğu siyasetine olan karşıtlıkta… Öte yandan Irak halkının mücadelesinin bir parçası olan; ABD ve İran arasındaki çatışma ile İran devletinin kendi ülkelerinde yaratmaya çalıştığı nüfuza olan karşıtlıkta gözlemlenebilir.

Halk isyanları yoksulluğa, diktatörlere, gericiliğe karşı ortaya çıkmış olmasına rağmen, bölgede gelişen emperyalist çıkarlar ve onların yarattığı savaş ortamına karşı mücadele, anti-emperyalist bir çizgiyi de içerisinde barındırıyor.

Bu yüzden ancak bu pozisyonda, yanibu ikili muhalefette mücadele eden halk kitleleriyle dayanışmak ve mücadelelerini desteklemek antiemperyalist bir sola yakışır. Aksi anti-Amerikancılıktan öteye gitmez.

Orta Doğu’daki çatışmanın stratejik safhası

ABD Irak’taki nüfuzunun 2003 savaşından beri gittikçe eridiğini, yerine de İran’ın nüfuzunun geçtiğini görüyor. Hatta bu, bölgenin geneli için geçerli olan bir eğilim. Bunun farkında olan Trump hükümeti “maksimum baskı kampanyası” ile beraber stratejik olarak hücuma geçmiş oldu. Kaybettiği nüfuzunu İran’ın etkisini kırarak geri kazanmaya çalışıyor.

İran bunca güçlü düşmanın karşısında oldum olası izlediği defans stratejisini izlemeye devam ediyor. Savunarak kazanmaya çalışanlar harekette kalırlar, saldırıların etkisini azaltmak için savunma alanını genişletirler, açıktan açığa savaşmadan zaman zaman nokta vuruşu hamlelerle düşmanı yaratırlar ve böylece belirleyici kalmaya çalışırlar.

Aktif defans

Irak sahasında ise durumlar değişik, çünkü “güçlü” olan İranABD’yi defansa mecbur etmiş durumda. ABD’nin Süleymani ve Mühendis’i vurması “savunma hamlesiydi” diyen Trump yalan söylememiş olabilir. Defansta bulunan ABD aktif olarak pozisyonlarını hiç olmasa da düşmanı yaralayarak iyileştirmeye çalıştı.

Böyle bir hamlenin asıl anlamı, düşmanı genel defansif pozisyonundan çıkartıp ofansa geçmesini sağlamaktır. Böylece “aktif defans” süreci ofansa akmış olur ve düşmanın tepkisi üzerinden meşru bir “savunma saldırısı” örgütlenir.

Ofans kaygıları

İran ABD’ye doğrudan füzeyle saldırarak defansından çıkmış oldu. ABD’nin bu sefer ofansa geçmemesi açıkçası muhakeme yeteneğinin tam yerinde olmadığını ve ofansla ilgili kaygıları olduğunu gösterdi.

Kaygısız olan ise İran; açıkça belirttiği gibi, bundan sonra stratejisi ABD’ye karşı kazanasıya kadar savunmak değil, ABD’yi bölgeden aktif olarak uzaklaştırmaktır. Önümüzdeki aylarda buna benzer gerginlikler büyük ihtimalle artacaktır.