Büyü bozan 27 saat… – Oğuzhan Kayserilioğlu

Ayasofya’nın etrafında dönen oyunlarda simgeleşen bir dönem/“Ayasofya süreci”, Albayrak’ın istifasıyla sönümleniverdi. Kamuoyu yoklamalarındaki açık düşüşü önlemek isteyen Erdoğan, Ayasofya üzerinden dinî inançları istismar edip, askeri yayılmacılık hamleleriyle de “vatan, devlet, ulus, millet” hassasiyetlerini kışkırtarak kaybetmeye başladığı inisiyatifi yeniden kazanmak istemişti.

Erdoğan, Ayasofya sürecinde, istediği başarıyı kazanamasa da, düşüşü durdurmuş hatta küçük de olsa bir destek artışı sağlayabilmişti. Ancak, “ekonomi” ve “devlet” gibi iki ana kolonda yaşanan ağır kriz, yüzeyde sağlanan kimi kazanımlarla giderilemeyecek kadar travmatik bir ağırlık taşıyordu. Başka bir dizi krizle birlikte desteklenen bir çoklu krizin belirlediği kaotik ortam, aynı zamanda ülkeyi bir kaos ortamına sürükleme potansiyeliyle yüklüydü.

Yine de, Ayasofya sürecinde koparılan dinbaz ve şovenist karması gerici gürültü üzerinden ve “seçimleri bekleme” tutumundan başkasını üretemeyen resmi muhalefetin de yardımıyla, Erdoğan’ın bir müddet daha “ayakta kalma” olasılığı oluşuyordu. “Ayakta kalabilme”, düşüşe doğru sürüklenen Erdoğan için bir kazanım olacak, sonrası sonra düşünülecekti! Gelin görün ki, yapılıp edilenler faşizmin inşasına tuğla döşeme açısından anlam taşısa da, iktidar alanının içinde çırpındığı sorunların ağırlığı karşısında oldukça hafif kalıyordu.

Mahşerin atlıları iktidarın etrafında koşturuyordu: Biden’ın seçilme olasılığı ve seçilmesi, pandeminin kâbusa dönüşmesi, askerî hamlelerle yürütülen yayılmacı politikaların bir sınıra gelip çarpması ve “kazanılan” mevzilerin “faturasını” ödeme zamanının geldiğinin anlaşılması, “Yalıkavak fotosu” ile ortaya çıkıveren iktidar içi “diş gösterme” üzerinden bir türlü aşılamayan “devlet krizinin” derinleşme olasılığı gibi olgular, “hiçbir şey olmadıysa bile bir şeylerin olduğunun” ya da her an olabileceğinin işaretleriydi. İşte, “Ayasofya sürecinde” koparılan gürültülerle üstü örtülmek istenen “gerçek” kendi hükmünü fırlayan döviz fiyatlarıyla bir anda gösteriverince, olanlar oldu! Mahşerin ekonomi alanında adeta dörtnala koşturan atlısı mızrağını iktidarın zayıf yerine saplamıştı!

Fareli köyün kavalcısı

Erdoğan’ın sermaye güçleri ve onların sistemi açısından en önemli rolü, tıpkı dünyadaki benzerleri gibi, on yıllardır sürüp gelen neo liberalizmin vahşi saldırısına karşı halkta oluşan büyük öfkeyi, hedefinden saptırabilmektir. Ama o da yetmez, o halkçı öfkeyi çıkmaz yollarda çürütüp o hale sokmalıdır ki, kendisini soyan sisteme hizmet etsin!

İşte, “Fareli köyün kavalcısı” olarak Erdoğan, sermayenin vahşi soygununa karşı halkta biriken öfkeyi, “laik elitlere” karşı “özel” bir savaşa yönelterek, halkın öfkesinin gerçek muhatabı olan sermaye düzenine yönelmesini engelliyordu. O desteği arkasına alan Erdoğan-Cemaat ittifakının, “Laik elitler” denilen “Ordu odaklı iktidar alanının” oligarşik iktidar alanındaki “saltanatını” tasfiye etmesiyle, sermayenin mutlak iktidarının önündeki “engel” ortadan kaldırılıyordu. Bu yolla, sermaye düzeni tarafından (elbette ordunun koruyucu şemsiyesi altında) yoksullaştırılan halkta biriken öfke, sermayeye hizmet edeceği bir kimliğe sokularak çürütülüyordu!

Peki, Trump ya da Bolsonaro veya Johnson gibi sermaye palyaçoları da, kendi ülkelerinin özgün koşullarına uygun biçimlere bürünerek aynı şeyi yapmıyor mu? Erdoğan iktidara bu yoldan yürüyerek geldi, 18 yıldır iktidarda olmasına rağmen ve artık o “laik elitlerle” iktidar ortağı olmasına rağmen, halen de kavalından aynı nağmeleri çalarak halkı yeni yoksullaşma hallerine doğru sürüklüyor.

Erdoğan’ın son hamlesi

Damadın istifası önceden hazırlandığı belli olan hamleleri tetikledi. “İktidarıma muhalefet olacaksa onu da ben yaparım” tutumunu benimsediği anlaşılan Erdoğan, öncekinden farklı bir söylemle çıkış yaptı. Erdoğan’ın yeni oyunu, “her şeyin aynı kalması için her şeyi değiştirir gibi yapmalıyız” zemininde oynanacak!

Önemli olan, Erdoğan’ın iktidar alanının sivri ucunda konumlanmasıdır; iktidarın kalıcılaşması için şimdi var olan birçok şey değişebilir! O, restorasyoncu muhalefete “Hadi len-diyor, sizden bir cacık olmaz, bu memlekete bir restorasyon gerekiyorsa, onun da en iyisini ben yaparım!” Eh, neden olmasın? Restorasyoncu muhalefetin önderi CHP acizlik bataklığında geviş getirmeye devam ettikçe, arkadan gelen İYİP şovenizm konusunda iktidarla yarıştıkça, her ikisi de Kürt düşmanlığı ve bölgede askeri yayılmacılık konusunda Erdoğan’ın bir işaretiyle hemen hazır ol vaziyetinde hizaya girdikçe, neden olmasın?

Ekonomi alanında, “kalkınmacılığa” özenen “marazi” tutumlar terk edilecek, IMF ve TÜSİAD’la aynı dilden konuşulacak, hizaya girilerek sermaye birikiminin rasyonellerine tümüyle uyumlu bir konuma gelinecektir. Ancak “keyfi”-marazi, vurguncu, ahbap-çavuş kayırmacılığının yapısallaşmış-sistemik hale dönüşmüş uygulamalarından sonra böylesi bir yeni tutuma sıçranabilir mi? O durumda, önceki dönemde yapılanların nasıl sürdürüleceği ya da sürdürülemezse yaratacağı sonuçlarla ayrı bir sorun alanı olacağı açık değil mi?

Sözgelimi, “zombi şirketler” özellikle ahbap-çavuş çevresinde yer alan şirketler ne olacak, “havuz sermayesine” sağlanan ayrıcalıklar sürdürülecek mi? Sürdürülmezse bu “zombiler” hızla iflas edeceğine göre, iktidar alanının kendi eliyle kendisine böyle bir öldürücü darbe vurması mümkün mü? Dolayısıyla, kaçınılmaz olarak “makyaj” yönelimlerle yetinileceği, o durumun da şimdi hedeflendiği iddia edilen “çözümü” engelleyeceği açık değil mi?

Öte yandan, diyelim ki bütünüyle sermayenin rasyonelleriyle uyum sağlandı; nitekim faizler beklenen oranda arttırıldı! Rantiyenin kazanacağı, büyümenin duracağı, işsizliğin artacağı böylesi bir durumda, “acı ilacı” içmek halka düşecek; nasıl ödeneceği belli olmayan “borçlar” için gereken kaynak bu yolla sağlanacak ve emperyalist metropollerin vurgunu için “kolaylık” sağlanmış olacaktır. İyi de, daha fazla yoksulluk anlamına gelecek bu “çözümün” halkta öfke yaratacağı ve bağlı olarak kaybedilen toplumsal desteğin yeniden kazanılması yoluyla iktidarın yeniden sağlama alınamayacağı açık değil mi?

Ya da, “hukuk devleti” mi olacağız yoksa? O durumda şimdi hukuk dışı devlet terörüyle sindirilen toplumsal güçlerin binbir biçime bürünen öfkeli tepkileri ne olacak? Böyle bir “hukuki-yasal” ortamın, şimdi yoksullaşma-daha da yoksullaşma cehenneminde yakılan halkın öfkesinin sokaklara taşarak iktidarı sarsması olasılığını güçlendireceği için asla kabullenilmeyeceği bellidir. Öyleyse, şu “hukuk reformu” sakın sadece sermaye yatırımlarının, kâr transferlerinin ve emperyalist “borç ödeme” soygununun daha yüksek bir güvenceye kavuşturulması anlamına gelmesin?

Sonuçta, iktidar alanı kendi yarattığı ekonomik ve siyasal gerilimler tarafından belirleniyor ve hangi yola yönelse başka bir açmazla karşılaşılacaktır! Kimi “makyaj” önlemlerle bir “reform” ve “dönüşüm” hatta “restorasyon” görünümü verilse de, şayet halk muhalefeti belli eşikleri aşabilen bir güçle devreye girmezse, faşizmin kurumsallaşması süreci hükmünü sürdürecek, Erdoğan/Saray önderliğinde ilerleme iradesi hep devrede olacak, fırsatını bulduğu her an kendi ivmesini verecektir.

Evet, ilkin, Erdoğan’ın “restorasyonu”, kimi aldatıcı görünümlerle süsleyerek faşizmin kurumsallaşması sürecine hizmet etmeye yazgılıdır. İkincisi, Erdoğan şayet kendi “restorasyon” sürecinde yeterince sonuç alamazsa, sırf ve sadece “ayakta-iktidarda” kalabilme hedefiyle bir müddet çırpınacaktır! Aslına mevcut koşullarda en “rasyonel” gelişme de belirli bir süreyle sınırlı kalmak şartıyla bu yönde yaşanabilir. Üçüncüsü, Erdoğan/Saray’ın artık böylesi bir sürece “önderlik” edebilecek kapasitesi olmadığı hızla açığa çıkarsa, “erken seçim” ya da “büyük koalisyon” tarzında bir “yumuşak çözülme” yaşanacaktır.

Elbette, anlaşılır olmak için yapılan farklılaştırmalar hayatın akışı içinde “melez” bileşimlerle gerçekleşebilir. Her üç olasılıkta da, siyasal ve toplumsal yaşamın devlet terörü yoluyla “kontrol” edilmesi hep devrede olacaktır. Küresel ve yerel sermaye güçlerinin tepkileri, Erdoğan’ın (aslında en “başarılı” olduğu) manevra yapma kapasitesi ve halk muhalefetinin gücü/zenginliği sürecin akışında belirleyici olacaktır.

Devlet krizi

Yaşanan “devlet krizi”, yarattığı zaaflarla Erdoğan’ın yeni sürecinin “kontrollü” akışı konusunda egemen güçlere zorluk çıkaracaktır. Erdoğan odaklı iktidar alanının (Erdoğan, MHP, “Ergenekon’un” NATO’cu ve “Avrasyacı” kanatları) savunduğu devletin kapitalizmin ulaştığı güncel düzeyin yarattığı karmaşık sorunlara artık çözüm gücü olamayan “genetiği”, özellikle “Kürt düşmanlığı” üzerinden yarattığı yüksek gerilimle ön tıkayıcı olacaktır. Çünkü Erdoğan odaklı iktidar alanının “devlet krizini çözme” için bulduğu “çözüm” tam tersine çözümsüzlüğü derinleştirecek bir yapıda gerçekleşiyor.

İçindeki her fraksiyon kendi egemenlik alanını büyütmeye çalışan ve sürekli değişen dengelerle zar zor tutunabilen bir iktidar koalisyonunun, bu yapısını değiştirmediği ölçüde, sadece “olağanüstü” koşullarda ve o koşulları sürekli yeniden üreterek kendisini sürdürebileceği açıktır. Bu sürecin, her fraksiyonun diğerleriyle yarış içinde adeta nefes nefese “hukuk dışı” yollarla parsa-alan kapma, sermaye biriktirme ve “bağımsız askerî güç oluşturma” yönünde yol aldığı, bu yolda ilerledikçe “çeteleştiği”, bu “devlet çetelerinin” yaptığı koalisyonun da devletin merkezinde “çeteler koalisyonu” yapısını kazandırdığı, böyle bir yapının da kalıcı bir “çözüm” olamayacağını saptayabiliriz.

Dolayısıyla, evet, “devlet krizi” konusunda bir “çözüm” az çok gerçekleşiyor da, hem hiç “güven” vermiyor hem de çözüm gücü olma kapasitesine sahip değil, ancak “çözüm görüntüsü” yaratabiliyor! Malum “Yalıkavak fotosu” devletin mevcut halinin önemli bir “bileşenini” göstermesi açısından ibretliktir. Üstelik Ağar’ın etrafında toplanan ve Çakıcı üzerinden Mafya ile ilişkilerini de açıkça gösterme ihtiyacı hisseden bu güç alanının, söz konusu fotoyu herhâlde “hatıra” olsun naifliğiyle değil, kendilerine yakışan amaçlarla çektirdikleri ve sosyal medya üzerinden yayılmasını sağladıkları, “mesaj” verdikleri açıktır! Nitekim Çakıcı üzerinden Kılıçdaroğlu’na yapılan tehdit, aynı zamanda, koalisyondaki ortaklara da bir “ayar verme”, iktidar koalisyonu içindeki kendilerine ait alanı genişletme hamlesidir.

Halkın öfkesi

Tarihin Gezi’de simgesel başlangıcını yapan özel bir dönemi, sistem karşıtı güçleri, hem devrimci-komünist hem de halkçı-demokratik zeminde harekete geçmeye çağırıyor. Ülkenin somut-tarihsel koşulları, söz konusu farklı siyasal zeminleri uygun bir zeminde ortaklaştıran bir politik öncülüğü tarih sahnesine çıkmaya çağırıyor!

Şayet harekete geçilirse, harekete geçen çok yönlü toplumsal ve siyasal güçlerle ortaklaşarak kendisini güçlendirme, bu güçlerin hareketlerine sadece katılmakla yetinmeyip ön açarak yardımcı olma görevi-imkânıyla yüzleşilecek. Nitekim bu yönde atılan her adım gerçek yaşamda karşılığını buluyor. Üstelik sadece pratik değil, söz konusu hareketlenmelere politik öncülük de yaparak, kazanabilmek için el yordamıyla mücadele edilen asgari ihtiyaçların netleştirilerek güçlenmesine destek olmak gerekiyor.

Aynı zamanda bu mücadelelerin politikleşmesi, politikleşme sürecinin halk güçlerinin ihtiyaçlarını anayasal güvenceye kavuşturacak bir demokratik cumhuriyet hedefiyle koordineli ve motive hale dönüştürülmesi yönünde çok yönlü müdahalelerde bulunulması gerekiyor. Deyim yerindeyse, halk onun öncüsü olabilme iddiası taşıyan politik eğilimlerden daha ilerde bir konuma yerleşmiş, oradan devrimci-komünist güçlere çağrıda bulunuyor! “Gelin bizimle ortaklaşın” ya da “gelin ortaklaşa bir şeyler yapalım” denilen çağrıyı duymamak imkânsız.