20 Haziran Dünya Mülteciler Günü; Savaşımız Mültecilerle Değil, Savaşları Çıkaranlarla!

20 Haziran 21 yıldır Dünya Mülteciler Günü olarak kutlanıyor. Aradan geçen 21 yılda dünya genelinde göç etmek zorunda kalan insan sayısı yıldan yıla artış gösterdi, hiçbir zaman bu sayıda düşüş yaşanmadı. Gelinen noktada geçtiğimiz yıl 280 milyonu aşkın insan göç etmek zorunda kaldı. Bu, egemen sınıfların kuruluşu olan BM’nin verdiği ve muhtemelen göçmen sayısını olduğundan az gösteren bir sayıdır. Daha da önemlisi dünyadaki krizleri dikkate alarak söyleyebiliriz ki bu sayı önümüzdeki yıllarda artmaya devam edecek. Dünya genelinde her şeyi alt üst eden ve hepsi de kapitalizme içkin olan krizler, şayet kapitalizm durdurulmazsa milyonlarca insanı yerinden etmeye devam edecek.
Kapitalist dünya düzeni, ırkçı/ayrımcı ve kimi liberal odakların “göç krizi” olarak adlandırdığı, ama aslında bir yerinden edilme krizi olan bu olguyu sürekli üretir, üretmek zorundadır. Çünkü,
Kapitalizmin sürekli genişleyen yeniden üretimi 200 yıldır önce ulusal sınırları fethetmiş, ardından merkezileşmenin ve yoğunlaşmanın verdiği uluslararası rekabet gücüyle de ulusal sınırların dışına çıkarak dünyanın geri kalanını, özellikle geç kapitalistleşen coğrafyaları yağmalamaya girişmiştir. Bu, bitmek bilmeyen bir uluslararası rekabet doğurdu. Bu rekabet askeri anlamda atılımlar yapmaya ve zor yoluyla işgal etmeye vararak, dünya genelinde paylaşım savaşlarının önünü açtı. Son 50 yıldır bu savaşlar lokal ama süreklileşmiş savaşlara evrilmiş ve milyonlarca insanın yerinden edilmesine yol açmıştır. Yerinden zorla edinmenin gerçek sebebi kapitalizmin kendisidir. Coğrafyaları yağmalanan insanların yollarda, kamplarda, bekleme merkezlerinde insanlık dışı koşullarda yaşamalarının sebebi bu emperyalist ve alt emperyalist politikalardır.
Kapitalizmin genişleyen yeniden üretimi aynı zamanda yeryüzünün milyonlarca yılda kurulagelen ekolojik dengelerini alt üst ediyor. Üretim ölçeğine sürekli artan oranda hammadde, fosil yakıtlardan elde edilen enerji giriyor, bunun sonucunda hem dünyanın kaynakları yağmalanıyor hem de bu anarşik ve yağmacı üretim süreci sonunda atmosfer, toprak ve su kaynakları büyük bir tahribata uğruyor. Bu, dünyadaki milyarlarca insana ekolojik yıkım olarak dönüyor. Yaşadıkları coğrafyalarda aşırı iklim olaylarının sert sonuçlarına maruz kalan milyonlarca insan, yaşayabilmek için göç etmek zorunda kalıyor.
Küresel düzeyde merkez ve çevre ayrımına dayalı kapitalist sistem çevre ülkelerdeki (geç kapitalistleşmiş, egemenlerin deyimiyle az gelişmiş) ülkelerdeki zenginlikleri metropol merkezlere çekip alıyor. Bahsi geçen ülkelerdeki geniş nüfuslar bu yolla soyulup insani ihtiyaçlarını karşılayabilecek faaliyetlerden soyutlanıyor. İnsani koşullar için göç bir zorunluluk haline geliyor.
Tüm bu olgular ışığında, milyonlarca insan yerinden ediliyor, dünya genelinde yıllardır devam eden bir göç olgusu büyüdükçe büyüyor. Bu durum, zaten ırksal olarak kurgulanmış kapitalizmin kendi statükosunu ırkçılıkla sağlama alma ereğinin önünü açıyor. Milyarlarca insanı sömüren düzen büyük bir krizde ve bu krize karşı yükselen öfkenin kanalize edilmesi için işlevsel bir araca başvurmaktan çekinmiyor: ırkçılık. Irkçılık kapitalist sömürü çarklarının üzerini örten bir incir yaprağı olarak oldukça işlevsel ve bu yüzden ırkçılığa karşı mücadele ile kapitalizme karşı mücadele bir arada olmak zorundadır.
Mülteciler ile “yerli işçiler” arasındaki ayrım yapaydır ve her iki kategorinin düşmanı ortaktır, ırksal olarak kurgulanmış vahşi kapitalist düzendir.
20 Haziran Dünya Mülteciler Günü’nde bir kez daha vurguluyoruz ki, ülkemizdeki mültecilerin durumuna bu perspektifle bakmak, mücadelenin hedefine kapitalizmi koymak zorundayız. Anti-kapitalist mücadeleyi yükseltmek göç sorunun tek köklü çözümü olacaktır.
Mültecilerin ekonomik ve sosyal alanda elde edecekleri her bir kazanım, işçi sınıfı ve tüm ezilenlerin ortak kazanımlarıdır. Yapay siyasal sınırların zihinlerimizde de sınırlar yaratmasına izin vermeyelim. Hepimiz mülteci ya da mülteci adayıyız.

****

Ülkemizde, göçmen ve mülteciler yürütülen iktidar politikalarıyla işlevli bir araç ve pazarlık gücü olarak kullanılmış, bizzat AKP öncülüğünde, cihatçılara hareket alanı açmak adına ülke sınırları açılmış, AB ile imzalanan geri kabul anlaşması ile ve de bu anlaşmaya içkin büyük fonlar karşılığında Türkiye AB’nin göçmen deposu haline getirilmiştir. Söz konusu geri kabul anlaşması gereğince, Avrupa’ya geçiş yapıp yakalanan göçmenler doğrudan ülkemize geliyor, yürütülen iktidar politikaları devasa bir nüfus birikimi olarak karşımıza çıkarken, göç ve irtica ofisleri yerine, geri gönderme merkezleri getirilerek, hak ihlalleri ve cezasızlığın önü açılıyor.
Yaratılan algının aksine, ülkemizde göçmen ve mülteciler; yasal bir statünün verilmediği, geçicilik statüsü altında kayıtdışı misafir pozisyonunda tutuluyorlar. Dolayısıyla yaşam haklarından, çalışma ve sosyal haklardan mahrum bırakılarak, kölelik koşulları altında ucuz iş gücü olarak güvencesiz, statüsüz ve temel insan haklarından yoksun yaşıyorlar.
Bütünlüklü bir göç politikasına duyulan ihtiyaç giderek yaşamsallaşırken, bu ihtiyaca karşılık gelecek olup acilen atılması gereken adımlar vardır:
Göç ve iltica hakları temelinde anayasal bir düzenleme yapılması zaruridir. Geçicilik statüsünün kaldırılarak, yaşam hakkı temelinde, insan onuruna yaraşır güvenceli yurttaşlık statüsü tanınmalıdır.
1951 Birleşmiş Milletler Cenevre Mülteci Sözleşmesi dâhil olmak üzere uluslararası haklar tanınmalıdır.
Geri Gönderme Merkezlerinin yerini Göç ve İltica Ofisleri almalı ve kurumların güvenli ve sağlıklı işleyişi denetlenmelidir.
AB ile imzalanan Geri Kabul Anlaşması derhal iptal edilmelidir.
Savaşın devam ettiği ülkelere, göçmenlerin zorla gönderilmesi insanlık suçudur. Gitmek isteyenlere üçüncü bir ülkeye gitme hakkı ve güvenli geri dönüş koşulları sağlanmalıdır. Sığınmacıların üçüncü ülkeye geçiş hakkı, mültecilere batı ülkelerine gitme hakkı tanınmalıdır.
Göçmen ve mülteci ölümlerinin önüne geçmek için önleyici ve koruyucu kararlar alınmalı, hak ihlallerini engelleyecek caydırıcı cezalar yasal düzenlemelerde yer almalıdır.
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı, göçmen kadınların, LGBTİ+’ların ve çocukların kazanılmış haklarının gasp edilmesine neden oluyor. Bu karar geri alınmalıdır. İstanbul Sözleşmesi’nin etkin uygulanması temelinde, göçmen ve mülteci kadınlar, LGBTİ+ ve çocuklar erkek şiddetine karşı korunmalı, toplumsal cinsiyet eşitliğin sağlayacak önleyici politikalar hayata geçirilmelidir.