Ekoloji

TOPLUMSAL ÖZGÜRLÜK PARTİSİ VE EKOLOJİK HAREKET

Toplumsal Özgürlük Partisi, sermayenin kontrolündeki iletişim aygıtları tarafından çevre kirliliği veya doğal felaketler olarak küçümsenen, masa altına itilmeye ve olağanlaştırılmaya çalışılan yeryüzündeki bazı gelişmelerin, hepsi birbirine bağlı ve birbirini besleyip güçlendiren biyosferdeki ekolojik dengelerin bozulmasının sonucu olduğunu saptar.

Ekolojik dengelerin bozulması, doğal süreçlerin kendiliğinden ya da rastlantısal sonucu değil, sermayenin somut-tarihsel hareketinin ürünüdür. Sermaye, yeryüzündeki yaşamın temel zeminini yok etmeye yönelmiş durumda. Onun baştan itibaren yapısında olan ekolojik dengeleri/süreçleri yıkıcı ve bozucu dinamikler (kâr odaklı oluşu ve kârı maksimize etmeye yazgılı oluşu yüzünden), hareketinin günümüzde ulaştığı aşamada, canlı yaşamın ana zemini olan ve doğadaki insani yaşamı olanaklı kılan özgün ekolojik dengeleri tahrip edecek bir güce sıçradı. 

Sermaye sadece emeğin yaratıcı kapasitesini sömürmekle yetinmiyor, sadece doğal zenginlikleri bedavadan kendisine katmakla yetinmiyor; o, aynı zamanda, yeryüzündeki canlı yaşamın ana kaynaklarını kurutarak yol alıyor. Sermayenin somut-tarihsel hareketi, günümüzde, kendisiyle birlikte yeryüzündeki canlı yaşamın da sonunu getirecek bir “amok koşucusu” olduğu bir özgün moment içine girdi.

Kapitalizmle birlikte tarımsal üretim de köklü bir değişime girdi. Kâr elde etme itkisiyle yapılan tarım, birim alandan birim zamanda en yüksek verimi elde etmeye odaklı. Bu da beraberinde sermaye yoğun üretimi getiriyor. Tarım faaliyetinin şirketlerin kontrolüne geçmesi, bu verimlilik saplantısının sürekli üretilmesine neden oldu. Artık tarımda verimliliği yükseltmek için kontrolsüz bir şekilde her türlü teknik kullanımı söz konusu olmaya başladı. Kimyasal gübreler, zehirli pestisit ve herbisitler yoğun bir şekilde kullanılıyor. Böcekleri ve bitkileri yok etmeye yönelik bu zehirli kimyasallar toprağı, yeraltı sularını ve havayı yoğun bir şekilde kirletiyor. Verimlilik saplantısının bir diğer olumsuz getirisi gen teknolojisinin kontrolsüz bir şekilde kullanılması. 

Genetiği değiştirilmiş organizmalar olarak bilinen GDO ürünleri, bir yandan biyolojik çeşitliliği tehdit ediyor, diğer yandan insan sağlığı üzerinde ciddi tehditler oluşturuyor.

Tarımda kapitalistleşmenin bir diğer sonucu da tekelleşme ve buna bağlı olarak köylü nüfusun büyük çok uluslu şirketlerin köleleri olmalarıyla sonuçlanıyor. Tekeller tohum patentlerini ele geçiriyor, kendi kârları çerçevesinde ürettikleri tohumları piyasaya sürüyorlar. Bu tohumların ekimi küçük ölçekli çiftçiler için birçok ek girdi gerektiriyor ve bu ek girdiler yine bizzat tohum tekelleri tarafından piyasaya sürülüyor.

Tarımdaki şirketleşme ve tekelleşme böylece bir yandan gıda güvenliğini tehdit ederken, diğer yandan gezegenin kaynaklarını büyük bir hızla zehirliyor ve biyolojik çeşitliliğe büyük darbeler vuruyorlar.

Bu eksen böylece sınıf mücadelelerinin bir yönünü oluştururken, diğer yandan ekolojik mücadelenin de somutlaştığı yer oluyor.

Toplumla doğa arasındaki ilişkinin ve doğadaki canlı yaşamın devamı, sermayenin hareketinin tasfiye edilmesiyle güvence altına alınabilir ve yeryüzündeki insani yaşamın sermayenin hareketi tarafından dışlanarak yok edilmiş başka olasılıkları ancak böylesi bir tasfiyenin sonucunda gerçekleşebilir. 

İçinde bulunduğumuz somut-tarihsel koşullar, ekolojik bir sosyalizm yönünde vurgunun yoğunlaştırılmasını bir devrimci görev olarak hareketimizin önüne koyuyor. 

İlkin, kendi yapısal zaaflarının belirleyici rol oynadığı bir tarihsel sürecin sonunda kendini sürdürme (günün koşullarına uygun biçimde kendini sürekli yeniden ve sürekli zenginleşerek/farklılaşarak üretme) kapasitesinin körelmesi sonucunda kendine özgü güçlenme potansiyellerini açığa çıkaramayarak zayıflayan ve sonuçta küresel güç dengelerinin baskısına dayanamayarak tarih sahnesinden yenik olarak çekilen reel sosyalizm deneyinin, en önemli zaaflarından birinin toplum ve doğa arasındaki ilişkinin Marksist bir yapısallıkta kurulmasını becerememesi olduğunu ve bu yöndeki arayışların daha başta baskılanarak kapitalist metropollerle sanayileşme yarışına kurban edildiği bir tarihsel geçmişin/mirasın içinden geldiğimizi saptamalıyız. Yıkılan sosyalist sistemde hâkim olan modernist-pozitivist bir Marksizm yorumunun özgün bir yapı kazandırdığı sanayileşme hamlesinin doğaya verdiği zarar, kapitalist metropollerin verdiğinden daha az değildir. 

İçinde bulunduğumuz dönemde öne çıkan bir Marksist perspektifle özellikle vurguluyoruz ki, sosyalizm ancak doğanın ekolojik dengeleriyle toplumsal yaşamı uyumlu bir bütünselliğe kavuşturduğu oranda kendisi olabilir. Partimiz, kendi sistem karşıtı bütünsel paradigmasını ekolojik bir anlayışla kurgular ve bu tutumunu iktidar programının bütününe hakim kılar. 

Ekolojik olmayan bir sosyalizm, tarihsel olarak yaşama/kalıcılaşma imkânına sahip değildir ve aslında, bugünkü somut-tarihsel koşullarda ortaya çıkma şansını dahi bulamayacaktır. Ve zaten, sosyalizm ancak ekolojik bir yapısallığa sahip olduğu zamandır ki, kendisi olabilir. Toplumsal yaşamı, içinden çıkıp geldiği ve doğrudan ve kalıcı/kopmaz bağlarla bağlı olduğu doğanın ekolojik süreçlerinden ayıran ve toplumu doğaya karşı hiyerarşik bir üstün-merkez konuma yerleştirerek, doğanın bütün kaynaklarını ve zenginliğini kurutan emperyalist bir sömürüyü haklılaştıran girişimler, sosyalist olamaz. 

Sosyalizm bir dizi ögeyi içinde barındıran bir bütünselliktir ve sadece mülkiyetin ortaklaştırılmasına indirgenemez. O, sınıflı medeni toplumların tarih içinde inşa edip normalleştirdiği bütün sömürü ve egemenlik biçimlerini karşısına alır ve tasfiye eder. 

Sosyalizm, toplumun, içinden çıkıp geldiği, üstünde çalışarak kendisi olduğu ve kalıcı/kopmaz bağlarla bağlı olduğu doğayla uyumlu bir bütünsellik içinde olduğu bir ortamda kendisini var edebilir. İnsanın tarihsel meşruiyete sahip olan refah ve mutluluk arayışı, o arayışın taleplerini karşılamak için sonsuz zenginliğe sahip olan doğanın yasalarıyla uyum içinde olursa kalıcı gerçeklikler üretebilir. 

Ve zaten, kendisi de doğanın bir parçası ve düşünen hali olan insan, ancak kendi inorganik vücudu olan doğayla uyumlu bir konumlanma içinde kendisi olabilir. Öylesi bir uyumdur ki, insandaki potansiyelleri açığa çıkarabilir ve o potansiyelleri ancak doğayla uygun bir iletişim içinde olduğu zaman sonsuz biçimde yenileriyle zenginleştirerek, kendi var oluşunu sürekli aşacağı bir kendini sürekli yeniden yaratma süreci içinde konumlanabilir. 

Güncel olarak yaşadığımız ekolojik kriz, komünist güçlere özellikle bu konu üzerinde kendini kurmuş bir ekolojik hareketin içinde yer alma ve şayet yoksa kurma görevini dayatıyor. 

Doğanın ekolojik dengeleriyle sermayenin somut tarihsel hareketi arasında başlangıçtan itibaren yapısal olarak var olan ve yıkılmayıp süredurarak kendi yapısal çelişkilerini son sınırına dek yükselten kapitalizmin bir sonucu olarak günümüzde biyosferdeki canlı yaşamı tehlikeye sokacak bir seviyeye sıçrayan bu özgün çelişki, tarihsel ve güncel boyutları olan somut bir olgudur. 

Ekolojik yıkıma karşı verilecek komünist direniş, emek-sermaye çelişkisinin ürettiği sınıf savaşının merkezinde olduğu sistem karşıtı toplumsal hareketler alanında konumlanır ve o alandaki bütün hareketlerle dolayımlarla ilişkilenir. İşte, eko-sosyalist hareket, işçi sınıfının sermayenin sömürüsüne karşı verdiği mücadeleyle ekolojik hareketin dolayımını, sermayenin hareketine karşı oluşan bir anti-kapitalist alan içinde kurulan somut-tarihsel bir özgün evrensel hakikat dolayımı olarak kavramış bir özgün ekolojik harekettir. 

Eko-sosyalist hareket, diğer ekolojik hareketlerle ekolojik yıkıma karşı oluşan geniş muhalefet alanında buluşur. Ancak, bir yandan dayanışma içinde bulunurken ve bunun sürmesine özen gösterirken; öte yandan, farklı sınıflardan insanların oluşturduğu ekolojik muhalefet alanının içinde, farklı sınıfsal konumlar ve çıkarların ifadesi olan farklı eko-paradigmaları görür, onlarla sınır çizer ve ekolojik muhalefet alanında hegemonya mücadelesi verir. 

Eko-sosyalist hareket, küresel sermayenin, doğrudan sorumlusu olduğu ekolojik kriz karşısında döktüğü “timsah gözyaşlarını“ teşhir eder. Ekolojik krizin sanki doğal bir kadermiş gibi sunulmasına ya da farklı ekolojik sorunların birbirleriyle bağının kopartılarak rastgele tekillikler olarak sunulmasına veya ekolojik yıkım merkezli sorunların başkalaştırılmasına ve krizin felakete doğru ilerlemesine hizmet edecek diğer bütün geçici göz boyama hamlelerine karşı mücadele eder. 

Eko-sosyalist hareket, ekolojik direnişin, gittikçe artan nüfusu ve paralel olarak gelişen zümrelere parçalanması içinde, işçi sınıfının tarihsel hareketinin güncel konumlanma alanlarından/mekanlarından birisi olma imkanını taşıdığını ve böylesi bir mekanın, farklı işçi zümrelerinin sınıfın tarihsel çıkarları zemininde bir sınıf bütünselliği içinde kendisini yeniden inşa edebilmesi için de bir imkan olduğunun bilinciyle davranır. Aynı olguya tersinden bakarsak, emek-sermaye uzlaşmaz zıtlığından tarihsel olarak sermaye karşıtlığına çağrılı olan işçi sınıfı, sermaye karşıtlığının ekolojik biçiminde de yer almaya uygun bir yapıya sahiptir. Karşıtın sermaye olması onun işçi sınıfı kimliğinin tarihsel reflekslerini canlandırırken, konunun doğa ve yaşamla ilgili olması onun farklı siyasal duruşları benimseyerek zenginleşmesini sağlayacaktır. 

Eko-sosyalist hareket, bağlaşıkları olan diğer demokratik ya da anti-kapitalist ekolojik hareketlerle birlikte, aynı zamanda bir geleceği kurma hamlesidir. Geleceğin tohumları şimdiden atılmakta ve ilk ivmeler şimdiden verilmektedir. Ortaklaşa oluşturulan direnişçi ekolojik toplumsal alan, geleceğin toplumunu da bir biçimde belirleyecek, orada kendisini var edecek, geleceğin şu ya da bu yapıda olmasının belirleyici güçlerinden olacaktır. 

İktidarın ele geçirilmesi ve yeni iktidarın oluşturulması süreci içinde, ekolojik hareketin de bulunduğu direnişçi toplumsal hareketler kendileri olarak yer alacaklardır. İktidar, işçi sınıfının hareketinin merkezinde olduğu sistem karşıtı direnişçi toplumsal hareketlerce oluşturulacak, çevrelenecek ve denetlenecektir. 

Ekolojik alanda reformlar için mücadele, hem ekolojik hareketin farklı bileşenlerini çeşitli kampanyalarda buluşturarak daha kalıcı ortaklaşmaların önünü açar ve hem de daha önemlisi, içinde olduğumuz ekolojik kriz sürecinin bir felakete dönüşmemesi için zayıf ve geçici de olsa fren görevini yerine getirir. 

Sermayeye karşı yaşama hakkını savunma anlamına gelen devrimci zemindeki ekolojik reformlar mücadelesi, kazanacağı yüksek toplumsal meşruiyetle, sermayenin hareketi üzerinde toplumsal baskı kurarak kar oranlarını aşağı çeken bir süreç yaratma kapasitesine sahiptir. Günümüzde küresel düzeyde egemenlik kurmuş olan sermayenin rasyonalitesinin meşruiyet kaynaklarının kurutulması ve tersinden, kapitalizm karşıtlığının kendi rasyonalitesiyle toplumsal alanda mevziler kazanması da, sisteme karşı mücadelenin kazancı olacaktır. Anti-kapitalist siyasal alan kendini genişletme, güçlendirme ve derinleştirmenin en meşru zeminlerinden birini ekolojik reformlar sürecinde bulacaktır. 

Tarım ve ormancılıkta biyolojik çeşitliliğin korunması, fosil enerji kullanımın doğrudan ekolojik düzenlemelerin finansmanı için kullanılmak üzere ayrılacak yüksek vergilerle kısıtlanması ve yenilenebilir enerjiye geçilmesi, yenilenebilir enerjinin yaşam alanlarını zarara uğratmayacak alanlara kurulması, önceki dönemlerde yoksul “güney” ülkelerinde yapılan ekolojik tahribata karşılık, sorumluları olan emperyalist ülkelerce tazminat ödenmesi, hammadde kullanımının yeryüzünün kendini yenileme kapasitesinin altında bir seviyede sınırlanması, üretim sürecinde oluşan kirliliğin kontrolü ve “birikmeyecek kirlilik” kriterinin uygulanması, kirletme oranı kadar ekolojik vergi alınması, aküferlerin ve her türlü su kaynağının sermayenin saldırılarına karşı korumaya alınması, ozon tabakasını zorlayan her türlü üretimin kısıtlanması ve kamusal denetime alınması… vd gibi bir dizi reform için yürütülecek ekolojik muhalefetin kazanacağı her mevzi, yaşama hakkının korunması açısından özel öneme sahiptir.