Biz Kimiz?

BİZ KİMİZ VE NE YAPMAK İSTİYORUZ?

1. TOPLUMSAL ÖZGÜRLÜK PARTİSİ NE YAPMAK İSTİYOR?

Erdoğan’ın önderliğindeki bir iktidar koalisyonu, ülkemizi çok yönlü krizlerle zorlandığımız kaotik bir ortamın içine soktu.
Ekonomi alanında ağır bir kriz yaşanıyor.
Krizin sonuçlarını, azalan gelirlerimiz, kaybettiğimiz işlerimiz ve iflas eden küçük esnaflar üzerinden görebiliyoruz.
Devlet de kriz içinde.
Özellikle 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasında Erdoğan’ın karşı darbesi, zaten öncesinde de zorlanan devleti hızla krize sürükledi.
Erdoğan önderliğindeki koalisyon güçleri, bir yandan telaşla krizdeki devleti yeniden örgütlemeye çalışırken, aynı zamanda sürekli olarak birbirleriyle didişiyorlar.
Koalisyon kimlerden oluşuyor ve ne yapmak istiyorlar?
Şöyle bir bakınca iktidarda sadece Erdoğan varmış gibi gözükse de, Bahçeli önderliğindeki MHP’nin, M.Ağar-S.Soylu eğilimlerinin ve Hulusi Akar’ın temsil ettiği ordunun da iktidar koalisyonu içinde oldukları görülüyor.
Koalisyon güçlerinin üstünde konumlandıkları devletteki çatlaklar hepsinin varlığını tehlikeye düşürüyor. Devleti onararak yeniden örgütlemeleri gerekiyor. Zaten hepsi de şimdi kısmen dağılmış olan devletin bütünlüğünü yeniden sağlamaya çalışıyor.
Ama iktidar koalisyonunun içindeki farklı güçler, şimdiki ortamı kendilerinin devlete hâkim olması için fırsat olarak da görüyorlar. Üstelik sadece iktidardakiler değil, resmi muhalefet güçleri de aynı durumdalar.
Öyle ya, devletin acilen yeniden örgütlenmesi gerekiyor da, nasıl örgütlenecek?
İşte, devletin yeniden örgütlenmesi gerektiği konusunda kolayca ortaklaşan egemen güçler, o işin nasıl yapılacağı ve sonra kimin egemen olacağı konusunda ayrışıyorlar.
Dolayısıyla kaçınılmaz olarak çelişkili ve hatta birbirini çelen tutumlar ortaya çıkıyor.
Henüz koalisyonun içindeki herhangi bir güç kendi egemenliğini diğerlerine kabul ettirmeyi beceremedi.
Evet, Erdoğan önde gözüküyor da, o da ancak diğerleriyle anlaşabilirse iktidarda kalabilir. Dolayısıyla, henüz Erdoğan dâhil hiçbir güç her istediğini yapamıyor, devlete tümüyle egemen olamıyor.
Bu durum, aşılması hedeflenen kaotik ortamı ve devlet krizini sürekli yeniden üretiyor.
Bir çıkmazda sıkışıp kaldılar.
Öte yandan, egemen güçler devletin yeniden örgütlenmesini, halktan onay alınan bir yeni toplumsal sözleşmeyle yapmıyor. Yani, yeni bir anayasayla toplumsal meşruiyet sağlamayı önemsemiyorlar. Onlar, kendi istediklerini halka şiddetle kabul ettirdikleri ve bizim “faşizmin kurumsallaşması” dediğimiz yoldan yürüyorlar.
Nasıl mı?
Muhalif toplumsal güçler düşmanlaştırılıyor, devletin toplumsal desteği sadece kendi parti taraftarlarından oluşan dar bir alana sıkışıyor. O zaman da hukuk dışılık, keyfilik, kamu düzeninin sağlanamaması ve olağanüstü hal sürekli hale geliyor.
Cumhuriyet ismi hala kullanılsa da, aslında bir diktatörlük rejimi içindeyiz.
Şimdi de, kendilerine göre belirledikleri dini kuralların toplumsal ve siyasal yaşama hâkim olmasını, hatta yeni bir “Hilafet” rejimini gündeme getirdiler.
Laikliğin kendisi bir yana ismi bile anılmıyor.
Bu koşullar altında ekonomik kriz aşılamayacağı gibi tam tersine derinleşecek. Bu ise artan işsizlik, düşen gelirler, her yere yayılan esnaf iflasları anlamına gelecek.
Kadınlar üzerinde estirilen vahşi erkek terörü artarak sürecek.
Aleviler her an yeni katliam tehdidiyle baskı altında yaşamak zorunda kalacak.
Kürt sorunu çözülmeyecek, çözülmedikçe derinleşecek ve dökülen kan artacak.
Doğanın talanı hiçbir sınır tanımadan artarak sürecek.
Bölgedeki tüm ülkelerle savaş halinde olacağız!
Müneccim olmak gerekmez, nereye doğru gittiğimiz çok açık!
Ülkeyi adeta cehenneme benzeyen bir felakete sürüklüyorlar!
Böyle bir ülkede yaşamak ister misiniz?

İKTİDAR VE MUHALEFET

Gezi’de halk kendisine “Yeter, git!” dediği günlerde çekilmeyi kabullenmeyen Erdoğan’ın tam tersi yöndeki zorlamaları sürüyor. Devlet gücünün hukuksuz-keyfi uygulamalarıyla baskılanıyoruz. Kendi yolunda ilerledikçe kendisini boğan süreçleri de harekete geçiren bu çaresiz çabalama, sadece iktidarı değil ülkeyi de felakete sürüklüyor.
Geldiğimiz noktada, her türlü “tehlikeli” eşiklerin aşıldığını, hukuksuzluk ve keyfiliğin egemen olduğunu görüyoruz.
Erdoğan, çok fazla gürültü çıkarsa da, aslında çözmesi gereken basit sorunlara bile cevap üretemeyen bir beceriksizlik içinde çırpınıyor!
Ülkede sorunsuz hiçbir şey kalmadı, adeta toptan düğüm olduk!
Artık ortada iki hukuk sistemi var:
İlki, trafik cezası, evlenme-boşanma, icra-iflas gibi günlük basit anlaşmazlıkların çözüldüğü hepimizin bildiği “açık-normal” hukuk!
İkincisi ise, “kim” tarafından yazıldığı, “nerede” olduğu hatta “ne” olduğu bile bilinmeyen “gizli” hukuk!
Ama gelin görün ki, bu “gizli” hukuk, devletin ve toplumun bütün temel sorunlarında uygulanıyor.
Ayrıca, sadece Erdoğan değil koalisyonun bütün güçleri de, kendi aralarındaki güç dengelerinin sağladığı imkânlar oranında kendi “gizli” hukukunu uyguluyor!
Aslına bakarsanız, “vatan-millet-din” söylemleriyle gizledikleri çok basit bir gerçek var! Onlar kendi çıplak çıkarlarını açgözlüce ülkeye dayatıyorlar.
Hem ülke olağanüstü zorlandığı bir kaotik ortama sokuluyor hem de kendilerinin sorumlu olduğu bu olağanüstü durum gerekçe gösterilerek “gizli” bir hukuk uygulanıyor.
O çok sözü edilen “beka” öyle bir köşeye sıkıştırıldı ki, kendilerinin bekasıyla sistemin ve devletin bekasının birbirine kopmaz bağlarla bağlandığı bir durumu, sanki kaderimizmiş gibi bize dayatıyorlar.
O arada, bütün bu üst üste yaşanan olağanüstü durumların ortalığı toz dumana boğmasından faydalanan koalisyon içi güçlerin, sırf kendilerinin kontrollerinde olan “paralel devletçikler” kurduklarını görüyoruz.
Koalisyon güçlerinin birbirlerine olan güvensizliklerinin ürünü olan bu “parçalı güç alanları”, aşmaya çalıştıkları “devlet krizini” yeniden üretiyor.
Bu güçlerin karşısında konumlanan başını CHP ve İYİP’in başını çektiği resmi muhalefet ise, sözüm ona muhalefet yapıyor olsa da, aslında Erdoğan’ın kurduğu siyasal düzeni ve ekonomik politikaları Erdoğansız yapmaktan başka bir iddiaları yok!
İktidara muhalefet ederken, olası bir halkçı-demokratik seçeneğin önünü açıp güçlendirmemeye de çok özel dikkat gösteriyorlar.
Onlar elbette Erdoğan düşsün istiyor. Lakin “aman dikkat!” bu düşüş zaten krizdeki devletin yüklendiği riskleri fazla zorlamasın! Ve “sakın ha sakın” o sırada halkın inisiyatifi artmasın!
“Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz” deyişinin doğruluğuna inanıyorsak, muhalefetin siyasal zeminini, “faşizmden kopuşamayan merkez sağ bir liberalizm” olarak saptayabiliriz.
Yani, sağcı iktidarın muhalefetini kendisi de sağcı olan resmi muhalefet yapıyor!

BAŞARABİLİYORLAR MI?

Peki, sürece iktidar alanı açısından bakarsak, istediklerini başarabiliyorlar mı?
Evet, kısmen başarabiliyorlar, ama kısmen de başaramıyorlar.
Evet, iktidarlarını bir biçimde sürdürebiliyorlar, ama bir türlü kendilerini güvende hissedemiyorlar. Hatta tersine, her an tetikte oldukları bir zayıflık içindeler.
Ya resmi muhalefet, o ne durumda?
Bu güçler hem Erdoğan’dan iktidarı kazasız-belasız alma hem de ama aynı zamanda halkın demokratik özlemlerinin içini boşaltmaya çalışıyorlar da, becerebiliyorlar mı?
Yüzeyden bakarsak, özellikle büyükşehir belediyelerini kazanmış olmanın kazandırdığı olanakları kullanarak yol alıyorlar. Normal bir seçim olursa kazanacakları anlaşılıyor.
Ancak herkesin de bildiği gibi, iktidar güçleri, normal bir seçim yapmamaya veya bir biçimde seçim olursa onun oluş biçimini manipüle etmeye niyetliler. Her şeye rağmen seçimler olur da kendileri kazanamazsa sonuçlarını geçersiz ilan edecekler!
Bahçeli açıkça söyledi zaten, seçimlerde şeytana külahını ters giydireceklermiş!
Aynen öyle, onlar açından kendi iktidarlarının sürekliliği zorunlu ve ne pahasına olursa olsun korunmalıdır. “Ya seçim sonuçları” mı dediniz, “ şeytana külahı ters giydirilir” ve yola devam edilir!
Çoktandır öyle değil mi? Tıkandıkları noktalarda farklı şiddet türleri devreye sokularak engeller aşılmaya çalışılıyor. Engellerin gücü arttıkça kullanılan şiddetin gücü ve yayılımı da artıyor!
Dolayısıyla, iktidar koalisyonunun içinde olduğu “faşist kurumsallaşmaya”, yani önündeki engelleri hukuk dışı yollarla ve şiddetle aşarak ilerlediğine gözlerini kapayan muhalefetin kazanımları güçlenemiyor. En son belediyelere bağlı bütün şirketlere iktidar çevrelerinin el koymasını düzenleyen “yasa” bu gerçekliği bir kez daha gösterdi.
Onlar, ne yaptığını iyi bilen bir iktidarla, aslında zaten olmayan “hayali” bir hukuk üzerine gevezelik yaparak “mücadele” ediyorlar!
Gerçek şu ki, resmi muhalefet, Erdoğan/Saray odaklı iktidar koalisyonunu kendi gücüyle iktidardan düşürecek kapasiteye sahip değil. Tam tersine, olası seçim zaferi üzerinden yarattıkları sahte umutlarla halkı beklentiye sokup, tepkilerini sönümlendiriyor. Bu durum, bir süredir aslında ayakta kalmakta bile zorlanan iktidara zaman kazandırıp önünü açıyor.
Hatta öyle anlaşılıyor ki, evet ortada olup bitenleri değerlendirmekte bir hata-yanılgı var, ama bu durum sadece bazı CHP’liler için geçerlidir. CHP genel merkezinde hâkim olan ve Kılıçdaroğlu’nu da belirleyen güç alanı ne yaptığının tümüyle bilincinde. Onlar, Erdoğan öncülüğünde kurulan yeni devlet düzeninin “gizli ortağı” olarak çalışıyor.

KAPİTALİZMİN KRİZİ

İktidarı ve muhalefetiyle kapitalist sistemin bütün güçlerinin açıkça görülebilen zayıf ve güvenilmez durumu, bir dizi küresel ve yerel sebep tarafından belirleniyor.
Pandemi koşullarında iyice derinleşen kapitalizmin dünya çapındaki krizi, ülkemizin özgün krizleriyle ortaklaşıyor. Bu ortaklaşmanın ortaya çıkardığı kaotik ortam, iktidarı ve muhalefetiyle bütün sistem güçlerini her yönden kuşatıp güçten düşürüyor.
Yani, iktidar ve muhalefet açısından, sadece beceriksizlik ya da güçsüzlük gibi aşılabilir zaaflar yok. Bu zaafların hepsini sürekli besleyen kapitalist sisteme ait bir kriz var!
Pandeminin aniden vurduğu darbe, sistemin zaten içinde olduğu küresel ekonomik krizi hızla derinleştirdi.
Krizin en sert vurduğu yerlerden birisi olan ülkemizde, halkın çoğunluğu açısından satın alma gücü asgari yaşam standartlarının altına düştü. Ek olarak, artan işsizlik ve yoksulluk, yayılıveren küçük esnaf iflaslarının yarattığı çaresizlik, yalnızlık ve öfke yaşanıyor.
Üstelik yaşamaya sürüklendiğimiz bu cehennemi koşullar, şöyle bir bakınca hiçbir umut vermeyen gelecekle ilgili beklentilerle ortaklaşarak, ateşini daha da harmanlıyor.
Öyle oluyor ki, küresel ve yerel koşullar iktidar alanını her tarafından sarıp sarmalayarak baskılayıp, bunaltıyor!
Kürt sorunu üzerinden yaşanan gelişmeler de, yarattığı yerel ve bölgesel açmazlarla,  Kürtler söz konusu olunca hepsi aynı düşünen bütün sistem güçlerini zayıflatıyor.

PASİF VE AKTİF DİRENİŞLER

Ancak, iktidarın zayıflığının özel bir sebebi daha var.
Halkın çoğunluğu, ayakta kalabilmek için sürekli ilerlemesi gereken Erdoğan’ın önünü irili ufaklı engellerle kesiyor.
İşte, yükselip alçalan dalgalar halinde süren, sürdükçe de daha çok güçlenen bu “engellemeler”, iktidarın daha da ilerlemesine karşı sağlam bir “baraj” oluyor.
Halkın “pasif” engeli, iktidarın teröründen korkup sessiz kalsa da, iktidara “onay” vermemesidir. Üstelik verdiği kadarını da sürekli azaltıyor.
O durumda, yeterince onay alamadığı için meşruiyet alanı daralan iktidar, bir türlü aşamadığı bu “acı ve sert” gerçeklik tarafından sürekli baskılanıyor. Bu açmazdan çıkabilmek için, iktidar güçleri sürekli daha fazla hukuksuz-keyfi tutumlara ve daha fazla devlet şiddetine yöneliyor.
Gelin görün ki, bu saldırgan tutum da, kendisini doğuran halkın pasif direnişini daha da geniş alana yaymaktan başka sonuç üretemiyor.
Güvenilir kamuoyu yoklamalarının sonuçları, vurguladığımız “pasif” direnişin gelişim seyrini ay ay sanki bir barometre gibi gösteriyor. İktidarlarını sadece şiddete dayanarak sürdürebilen iktidar koalisyonu, gücü ve etki alanı gittikçe daralan bir “çeteye” dönüşüyor.
“Aktif” engeller ise, dağınık ve zayıf da olsa süreklileşen işçi direnişleri, Kürt halkının özgürlük arayışı, ekolojik yıkıma karşı şehirler ve köylerdeki direnişler ve kadın kurtuluş hareketinin direnişlerinde…vd. kendisini gösteriyor.
İşte, tam da bu noktaya, faşizmin kurumsallaşma sürecine engeller koyan halk gerçekliğine biraz daha dikkatli bakmalıyız.

2. HALKIN BARAJI

Halkın barajı farklı yapı taşlarından oluşuyor.
İşçiler, düşen alım güçlerinin asgari yaşam ihtiyaçlarını dahi karşılayamayacak hale gelmesi, işyerlerinde çalışma süresi ve yoğunluğunun artması, iş güvenliği önlemlerinin olmaması, bütün sosyal haklarının budanması gibi cehennemi koşullarda üretim yapmaya zorlanıyor. Bunlar yetmemiş olacak ki, şimdilerde kıdem tazminatının ortadan kaldırılmasıyla tehdit ediliyor.
Öyle bir aşamaya geldik ki, işçiler artık yaşayabilmek için gereken en basit ihtiyaçlarını bile ancak uğruna mücadele vererek elde edebiliyor.
Değişik havzalarda yaşanan irili ufaklı direnişlerin varlığı, birleşip güç kazanamama eksikliği taşıyor. Ama işçiler öfkeli ve asgari ihtiyaçlarını karşılamak için mücadele etmeye istekli. Birbirinden kopuk direnişler, iktidar kıdem tazminatını gasp etmeyi deneyince hızla ortaklaşacaktır.
İşçiler, pandeminin ilk aylarında, toplum içindeki yerleri ve ihtiyaçları ortak olanlar birbirlerini gördü. Başka herkes hastalıktan korunmak için evine kapanırken, işçiler sokakta ve üretimde olmak zorundaydı. Gün ışırken yola koyulan işçiler, kendisinin ve kendisiyle aynı kaderi paylaşanların toplumdaki yerleri hakkında epeyce bilgilendi!
Kayıtsız işçiler ise, sınıfın en kalabalık kesimi olarak, işyerlerinde zaten var olan kötü koşulların daha da sertleştiği cehennemi bir ortamda çalışmak zorunda. Üstelik, sağlık-emeklilik dahil hiçbir sosyal hakka sahip değiller!
İşsizlik ve yoksulluğun gittikçe derinleşerek kalıcılık kazanması, şehirlerin yoksul semtlerinde sıkıştırılan, değerlerini kaybederek çöpleşmeye zorlanan, kendisini yalnız ve çaresiz hissederek öfkesini biriktiren özel toplumsal güçler yarattı.
İktidar çevrelerinin vurguncu zenginleşme tarzı ve görgüsüz şatafatlı yaşantısıyla öfkesi bilenen işsiz-yoksul yığınlar, yaşamlarının merkezine “ayakta kalıp-yaşayabilmek” ihtiyacını yerleştirmiş durumda. Öfke ve yırtıcılık geri kalan her şeyi baskılayıp belirliyor ve akacakları kanal arıyor.
Gezi isyanında özellikle öne çıkan işçi sınıfının yeni bölükleri ise, yeni anti-kapitalist hareketlerle kendilerini ifade ediyorlar. Daha fazla ücret alıp sınıfın geri kalan bölüklerinden daha rahat yaşayabilen ve çoğunlukla “beyaz yakalı” olan bu işçiler, özellikle bilgi-işlem alanında çalışan kesimleri üzerinden işçi sınıfının kavrama ve yönetme kapasitesini yükseltiyor.
Sağlık, eğitim ve mühendislik alanında çalışanlar da aynı konumlanma içindeler.
İktidar koalisyonunun TTB, TBB ve TMMOB’ye yönelik saldırı hazırlığı tam da bu yeni gerçeklikten çıkıp geliyor. Ancak, öyle görünüyor ki, olası saldırılar işçi sınıfının yeni bölükleri olan bu kesimlerin mücadele azimlerini yükseltecek!
Aleviler, coğrafyamızın tarihinden gelen ve eşitlikçi-özgürlükçü dinamiklerle yüklü olan bir inanç topluluğu olarak, laik, demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü tutumlarla kendilerini var ediyorlar. Ülkedeki hiç bir halkçı-demokratik siyasal güç yok ki bir biçimde Alevi halkı tarafından beslenmemiş olsun!
Faşist güçlerin ezerek asimile etmeyi ya da sürgüne zorlamayı hedeflediği Aleviler, halkın faşizme karşı direnişinin en sağlam toplumsal güçlerinden birisidir. Kendilerine yönelik yeni katliamlar düzenlenebileceğinden endişelenen Aleviler, iktidara ve kendilerini yalnız bırakan CHP’ye tepkililer.
Kadınlar, kendilerini neredeyse nefes alıp vermelerini bile gözleyerek kuşatıp eve hapsetmek isteyen, sokakta ve evde taciz, tecavüz ve cinayetle diz çöktürüp köleleşmeye zorlayan erkek egemenliğine öfkeyle isyan ediyorlar. Söylemleri ve uygulamalarıyla erkek egemenliğini güçlendiren iktidarın politikalarına karşı biriktirdikleri öfkeyi her fırsatta gösteriyorlar.
İktidarın önünü açtığı sermaye güçleri, doğaya yönelik saldırılarını sonuna dek arttırdı ve doğanın ekolojik dengelerini bozan bir güce ulaştı. Şimdi, doğadaki canlı ve elbette doğal olarak insani yaşam yok olma tehlikesiyle yüzleşiyor.
Bu bir “korku filmi” değil, adım adım kendisini oluşturan bir gerçeklik.
Yaşadığımız günlerdeki Pandemi olabilecek olanların sadece başlangıcı olarak görülmelidir.
Sermayenin sadece kendisini büyütmeye odaklanmış yapısı, zaten kendisinin yarattığı ekolojik yıkımı önleyemez. Hatta tersine, kendi haline bırakılırsa sermayenin her hamlesi yıkımı daha da büyütecektir.
İşte, doğanın yıkımının yayılım ve derinliği arttıkça, bu yıkımın doğrudan yaşandığı kırlardaki yaşam alanlarında yaşayanlar ve sonuçlarıyla gittikçe artan oranda yüzleşen şehir sakinleri, irili-ufaklı direnişlerle tepkilerini gösteriyorlar. Halk “Yaşama hakkına” sahip çıkıyor!
Zaten hep var olan ama Gezi’de yaşadıklarıyla daha da belirginleşen ve “Halkçı Kemalistler” diyebileceğimiz bir toplumsal güç alanı, laik-cumhuriyetçi hassasiyetleri tarafından belirlenerek iktidar alanının tam karşısında konumlanıyorlar. Gezi’de içinde nefes alıp verdiği “halkçı-demokrat-özgürlükçü” tutumlarla eğitilen bu güçler, inandıkları değerleri kendi güçleriyle savunma konumuna yerleşti. Eskisinden farklı bir yapıda, bütün etnik kimliklere ve inançlara saygılı bir laiklik ve cumhuriyetçilik yolunda ilerliyorlar.
Ayasofya olayı üzerinden yaşananlar ve artık açıkça ifade edilmeye başlanan “Hilafet” hayalleri, “Halkçı Kemalistleri” daha da kararlı ve güçlü bir duruşa yönlendiriyor. Aleviler gibi “Halkçı Kemalistler” de, olup bitenlere gözlerini kapayan CHP’ye tepkililer.
Gençler, içine doğdukları despotik düzeni faşizme doğru sürükleyen iktidarı, tam tersi yönde özgürlüğe yönelen kararlı bir iradeyle sarsıp zorladılar. 12 Eylül darbesinden beridir apolitikleşme yönünde itelenen ve aslında neredeyse herkesin de “bunlardan bir şey olmaz” dediği bir dönemde gençler Gezi’de ayağa kalktı!
Kendisine ait olan geleceğin bugünden yok edilmesine isyandan meşru ne olabilir?
Özgürlük isteyen gençleri kim durdurabilir?
İşte, bazılarını öne çıkarttığımız özel toplumsal güçler, Erdoğan odaklı iktidar alanının istediği yönde ve hızda ilerlemesine direnç gösteriyor. İktidar bazen durmak, kimi zaman geri çekilmek ya da yönünü kaybetmek veya bunalıp telaşa düşmek gibi zayıf konumlara düşüyor.
Üstelik halk güçleri sadece iktidarı zorlamakla kalmayıp, kendi ihtiyaçları doğrultusunda ama aynı iktidara karşı yaptıkları bir çok hamleyle kendiliğinden de olsa ortaklaşıyorlar.
İşte, şimdilik olayların akışıyla kendiliğinden yaşanan bu hareket ülkeyi yeniden aydınlığa kavuşturabilir.
Halkın irili ufaklı hareketleri, egemenlerden bağımsız ve halkçı bir demokratik zeminin ilk adımlarını atıyor, ilk tohumlarını bütün ülkeye serpiştiriyor. Ülkemizi boğan karanlığa ışık, havasızlığa nefes oluyor.

GEZİ VE SONRASINDAKİ İNİŞ ÇIKIŞLAR


Erdoğan diktatörlüğünü inşa ederken kendi değerlerinden olan bir rejimi dayattı. “İstanbul Sözleşmesi” tartışmalarında gördüğümüz gibi, halen de dayatıyor. Erdoğanist rejim, hepimizin güncel yaşam alışkanlıklarını işgal ederek yol alıyor. Erdoğan’ın istediği gibi yaşamamız isteniyor!
Gelin görün ki, Erdoğanist rejimin ilerlediği yola serpilmiş engeller vardı.
Alan boş değildi, iktidarın hamlelerine karşı kendi değerlerini savunan halk güçleri, diktatörlüğün inşasının hedefine doğru ilerlemesini yavaşlattı, dengesini bozdu ve asabiyetinde kimi çözülmeler yaratabildi.
Gezi’de aniden oluşan bir “büyülü” anda ortaklaşarak bir volkana dönüşen yukarıda vurguladığımız bu güçler, daha ilk andan başlayarak Erdoğan’ın hayallerini gölgeledi.
Erdoğan, halkı kendi kulu yapmak isterken, halk özgürlüğe doğru büyük bir hamle yapıyordu!
Halkın Gezi’deki isyanı, Erdoğan-Gülen ittifakını parçaladı. Aynı zamanda, Erdoğan’ın iktidar yürüyüşünün ana güç kaynağı olan AKP’nin asabiyeti ve iç dengeleri bozuldu. O bozulma, şimdiki Davutoğlu ve Babacan ayrışmalarını yaratan sürecin ilk ivmelerini verdi.
Gezi’den sonra 7 Haziran 2015 seçimlerinde, Kürt halkının özgürlük arayışıyla kaynaşan Gezi güçleri zafer kazandı! Ancak, seçim sonuçları hukuk askıya alınarak ve CHP’nin de desteğiyle iktidar güçleri tarafından geçersiz hale getirildi. Sonrasında, 1 Kasım’a dek süren yoğunlaşmış devlet terörüyle baskılanan halk hareketi, zayıflayarak hızını kesti.
15 Temmuz 2016 Cemaat darbesi ve sonrasındaki Erdoğan’ın karşı darbesiyle yoğunlaşan gerici terör Gezi güçlerini daha da zayıflatabildi.
Öyle oldu ki, henüz 3 sene önceki Gezi sanki “milattan önce” yaşanmış gibiydi!
Peki, o zaman Gezi’nin enerjisi hemen bitti, etki alanı birden yok mu oldu?
Hayır, Gezi’nin açığa çıkardığı halkçı-demokratik toplumsal enerji, 1 Kasım sonrasında bir tutukluk ve zayıflama yaşasa da, bulduğu her fırsatta kimi zaman güçlü ama çoğunlukla zayıflamış haliyle kendisini sürdürdü.
Gezi isyanı, ülke tarihinin önemli kırılma anlarından birisi olarak sonrasına kalıcı izler bırakacak, olup bitenler içinde özel bir güç olarak hep var olacak bir toplumsal ve siyasi gerçekliktir.
Gezi, tekrar edemez-etmeyecek!
Ancak, halkın Gezi’de ortaya koyduğu ihtiyaçları ve özlemleri, kendilerini daha da yakıcı hale sokup güçlendirerek halen de geçerlidir!
Üstelik halk güçleri, 2019 seçimleri sonrasındaki şimdiki günlerde, yeniden güç kazanmış durumda.
Gezi’nin zayıf yanları, kendisinin çapına uygun açıklık ve güçteki bir siyasal güç alanına ve hedefe sahip olmamasıydı. Ayrıca, sanayi işçileri ve Kürt halkıyla kaynaşma yaşanamamıştı.
Şimdi güç dengelerinde kazanılan inisiyatif, işte tam da bu zaafların hızla aşılmasını dayatıyor.
Bu yönde en açık müdahaleleri her fırsatta sokağa çıkan kadın hareketi ve meşru-demokratik bir “Demokrasi Yürüyüşü” yapan HDP yapıyor. DİB platformu, koordinasyon oluşturma çabasındaki Alevi hareketinin farklı odakları, doğanın yıkımına karşı çıkan halk güçleri ve dağınık da olsa her yerde yaşanan işçi direnişleri de aynı yönde hareket halindeler.
“Kadınlar Birlikte Güçlü” biçimini keşfeden kadın hareketi, bu arayışları sıçratacak biçim ve davranış konusunda örnek oluyor.
DİSK’in kendisine düşen görevi yerine getirmediği-getiremediği ve tam da kendisini öne çıkmaya çağıran mevcut gelişmelerde inisiyatif alamadığı açıktır. TMMOB, TBB ve TTB’nin iktidarın yönelimlerinin zorlamasıyla inisiyatif geliştirmeye zorlanacağını tahmin edebiliriz. Nitekim şimdilerde sokaklar ve meydanları mesken edinen Baro üyesi avukatların onurlu duruşu ortadadır.
Gezi’nin zaaflarının aşılması sürecinde farklı odaklar farklı vurgularla müdahale edecekler, o süreçte yaşananlar, günümüzün kendisine özgü halkçı-demokratik alanının özgün yapısını belirleyecektir.
Bu özgün süreç ilerledikçe Gezi’nin açığa çıkardığı özgürlükçü-demokratik nitelik taşıyan halkçı enerji, zaaflarını aşarak daha da zenginleşip güçlenebilir. O durumda, şimdiki kendiliğinden halk hareketi siyasal nitelik kazanabilir.

3. ERDOĞAN’IN REİSLİK SERÜVENİ!

İktidar, herkesin de rahatlıkla gördüğü üzere, var olan çok yönlü krizi devleti faşist temellerde yeniden örgütleyerek aşmayı hedefliyor.
Gezi isyanının bastırılması sürecinde ete kemiğe bürünen faşist irade, başta 7 Haziran- 1 Kasım sürecinde yaşananlar ve 15 Temmuz Amerikancı darbe girişimini fırsat olarak görüp yapılanlar olmak üzere, verilen yeni ivmelerle sürdürülüyor.
Henüz hedefine varamayan bu faşist irade, içinde zorlandığımız kaotik ortamı yöneterek, yaşanan gerginlikleri kontrole alıp istediği yapıya sokmaya çalışarak hedefine ulaşmaya çalışıyor.
Faşist iradenin ana yönelimi, her türden halk inisiyatifini tasfiye ederek, toplumsal ve siyasal alanın en ücra noktalarına dek uzanıp, ülkeyi nefes alacak bir alan bile bırakmadan karanlığa boğmaktır. Yaşamın tamamen Ankara/Saray odaklı bir irade tarafından kontrol edildiği ve başka hiç kimsenin de sesini çıkaramadığı hatta kımıldayamadığı bir siyasal düzen kurmak istiyorlar.
Halk devlet tarafından, diz çöktürülerek teslim alınacak, kullaştırılacak, köleleştirilecektir.
Böylece, sermaye birikim süreçleri, kendi hedeflerine doğru yol alırken, ezilerek kullaştırılan bir toplumsal alanda hiçbir direnişle engellenmeden ilerleyebilecektir.

GERÇEKTEN DE ÖYLE Mİ?

Faşizmin kurumsallaşması, Erdoğan odaklı iktidar alanının, devleti ve toplumu en ücra köşelerine dek fethedip kontrolüne alması ve hedeflerine uyumlu bir yeni yapıya sokması anlamına geliyor.
Peki, henüz hedefine ulaşamasa da halen devam eden bu hareket, sadece en öndeki Reis’in keyfi isteğiyle açıklanabilir mi?
Hayır! Eğer böyle düşünürsek içinde yaşadığımız sürecin ne olduğunu hiç anlayamayız.
Böylesi anlayışlar üstelik çok yaygın!
Oysa en büyük sermaye grupları olan finans-kapital güçleri, onların da en büyükleri olan Koç ve Sabancı gibiler iktidarın arkasında durup, destekliyorlar.
Bunlar, Erdoğan döneminde kendi sermayelerini çok kısa bir sürede beşer onar kez katladılar. Bu “utanç verici” kazançları hiç utanmadan arsızca ceplerine attılar. Halk yoksullaştıkça onlar kazandı, halkın cebinden çıkmayan iktidarın eli, topladıklarının epey bir kısmını bu sermaye güçlerine aktardılar.
Ancak Erdoğan’ın doğrudan temsilcisi olduğu MÜSİAD odaklı sermaye güçleri de hedeflerine ulaştılar.
Sermaye birikimi, Özal’la yakaladığı ivmeyi Erdoğan döneminde de katlayarak sürdürdü ve Türkiye coğrafyasının öncesinde giremediği en ücra köşelerine kadar sızıp ülkeyi adeta fethetti.
O arada, sermaye ile Erdoğan’ın ortaklaşmasının önemli bir hedefi olan Ordu merkezli Kemalist Cumhuriyet’in tasfiyesi de gerçekleştirildi. Siyasal iktidarın oligarşik zirvesi, tek başına sermayenin yerleşmesi ve mutlak iktidarını kurması için Ordu’dan temizlenmişti.
Ancak süreç tam da hedefine ulaştığı noktada çatallanıverdi.
Sürecin önderi Erdoğan, yapıp ettikleriyle kazandığı başarının kendisine verdiği güçle “Reisliğini” ilan etti. Reis, Ordu’nun boşalttığı “sermaye düzenine hamilik” konumuna kendisi yerleşmek istiyordu.
O arada ama olup bitenlerin yarattığı sarsıntılar ve devlet krizine dek sıçrayan krizler, yarattığı yüksek basınçla şimdilerde sermaye düzeninin temellerini zorluyor.
İşte, faşist kurumsallaşma süreci de, söz konusu özel zorlanmaya bir çare olarak hayata geçirilmeye çalışılıyor.
Faşizm, sermaye güçlerinin zorlanan düzenlerini yeniden ayağa kaldırabilmek için devreye sokuluyor. Böylece, kendilerini sıkıştıran halkın muhalefetini ezerek rahat bir nefes alacaklar. Sonra da halka ve doğaya daha kapsamlı ve daha derin saldırılar yapacaklar.
Bunun içindir ki, belediyeler dâhil her türlü halk inisiyatifi tasfiye ediliyor. O yüzden “saltanat makamları” olan başta valilik ve kaymakamlık olmak üzere devletin bütün bürokratik kurumlarının yetkileri arttırılıyor.
İktidarın zirvesine oturan “Reis-Führer” ve emir-komuta zinciri içinde “Reis’in kulu” düzeyine düşürülmüş ama halka zulümde uzmanlaşmış bürokratlar; işte faşizm!
Bu iktidar “mekanizması”, hayatın bütün alanlarına binbir biçime bürünerek yayılmış “dişlileriyle” sürekli daha hızlı ve daha hükmedici tarzda çalışacak, her türlü muhalif ses boğulacak, toplumsal ve siyasal yaşam tümüyle ele geçirilecektir.
Sonuçta, uysallaştırılan hatta köleleştirilen toplum sermaye güçlerinin emrine sunulacaktır.
Ancak, bu ülkede sadece sermaye ve onun siyasal güçleri yok!
Halk, olup bitenleri sessizce izlemiyor!

HALK!

Halk, onca zulme rağmen, kimi zaman başını eğse bazen hatta diz bile çökse bir biçimde yeniden ayağa kalkıp başını yeniden dikleştiriyor.
Halk, bütün medya organlarından her gün her saat hiç aksamadan yapılan iktidar propagandasına rağmen hala ruhunu teslim etmiyor.
Gezi’de olduğu gibi fırsatını bulunca isyan eden,oy kullanırken diktatörün havasını bozacak şekilde tercihte bulunan, özgürlüğünü ve öz-saygısını inşa etmeye çalışan bir halk!
O halk, bugünlerde avukat cüppesini giyip faşizme direniyor.
Aynı zamanda, köylü olup doğanın yıkımına vücudunu siper ediyor, aydın olup korkmadan görüşlerini ifade ediyor, kadın olup faşizmin kışkırttığı erkek zulmüne karşı on binlercesiyle sokakları dolduruyor, LGBTTİ bireyler olarak gerici önyargılara karşı kimliğini savunuyor.
Aleviyse inancına sahip çıkıyor, laiklik bilinciyle hurafelere karşı tutum alıyor, “Anti-kapitalist Müslüman” olup İslam’ın Erdoğanist yorumuna karşı kendi halkçı yorumunu savunuyor.
Şimdilerde, gasp edilme yoklamalarının yapıldığı kıdem tazminatını savunan işçi olup direnmeye hazırlanıyor.
İşte, şimdi bütün halkçı güçlerin sermayenin faşizm dayatmasına karşı direnişlerini bilinçlice ortaklaştırması gerekiyor. Bu halkçı ortaklaşmadaki her güç kendi ihtiyaçlarını savunurken, ortak ihtiyaçlar da iktidara dayatılacaktır.
Halk güçlerinin ortaklaşması, mücadelelerin kazanımlarla güçlenmesini sağlayacaktır. Üstelik kazanılacak hakların sigortası olacak demokratik bir anayasanın da önü açılacaktır.
Sermaye güçlerinin Erdoğan eliyle gasp etmeye çalıştığı bütün kazanılmış mevzileri savunmak, orada kalmayıp sürekli yeni ve daha ileri mevziler kazanmak gerekiyor.
Mücadele, iktidarın bataklığa sürükleyip boğmaya çalıştığı halka nefes aldıracak, iktidarın baskılarını geri itecek ve halkın özgür yaşam alanını büyütecektir.
İktidarın yapmak istediklerinin tam tersi yönde ilerleyerek, omurgasını demokratik bir anayasanın oluşturacağı ve halkın doğrudan kendisini ifade edeceği bir demokratik cumhuriyeti inşa etmek gerekiyor.
Mademki onlar yukarıdan aşağıya kurdukları bürokratik bir mekanizmayla halkı ezip kullaştırmakta kararlılar, başka yol kalmadı, halkın da aşağıdan yerel meclisler yoluyla kendisini örgütleyerek, kendi halkçı-demokratik düzenini kurması gerekiyor.
Mademki sermayenin sömürü çarkları daha hızlı dönsün diye artık neredeyse rahatça nefes bile alınamayacak bir düzen kurmak ve halkı diz çöktürüp teslim alarak çöpleştirmek istiyorlar, o zaman halkın da yaşamını savunması meşru değil midir?
Peki, nasıl?
Şimdi, özgürlüğe doğru tereddütsüz bir yürüyüşe geçmenin zamanıdır.
Özgürlüğe doğru atılan her adımın ve elde edilen her kazanımın kalıcı olmasının en sağlam teminatı da, bu kazanımları hüküm haline dönüştürecek olan demokratik bir anayasa olacaktır.

4. HALKIN İRADESİ/DEMOKRATİK ANAYASA

Demokratik Anayasa, halkın toplumsal ve siyasal yaşama hiç olmadığı kadar hâkim olan sermaye güçleri tarafından köleleştirilmesine ve coğrafyamızın doğal zenginliklerinin yağmalanmasına karşı verilecek mücadelenin içinde oluşacaktır.
O, ancak halkın birikmiş öfkesinin açığa çıkmasıyla gerçekleşebilecek bir toplumsal belgedir.
O, halkın özlem ve ihtiyaçlarının karşılanmasını esas alacaktır.
Böyle bir demokratik anayasanın kendisini var edebilmesi için gelin ilk adımı birlikte atalım!
Yaşamlarımızın Türklük ya da Müslümanlık kullanılarak tümüyle sermayenin hizmetinde olacağı biçimde yapılandırılmasına karşı çıkalım!
İktidarın ne olup bittiğini gizlemek için üstüne geçirdiği sözüm ona kutsal örtüleri çekip alarak  yaşadıklarımıza en çıplak haliyle bakabilmeliyiz. O zaman şimdi içinde bulunduğumuz anın önemini anlayabiliriz.
Hepimizin geleceği tam da şimdi yaptıklarımız ya da yapmadıklarımız tarafından belirleniyor.

ANAYASADA NELER OLMALI?

İktidar ülkeyi “yeni Çin” yapabilmek için işçileri “çalışma kamplarına” hapsetmek istiyor.
O zaman, demokratik anayasa, işçilerin başta insani yaşam standartlarının sağlanması olmak üzere bütün toplumsal ve siyasal haklarının hayata geçirilmesinin teminatı olmalıdır.
Sağlık, eğitim, ulaştırma ve barınma gibi en temel insani ihtiyaçların karşılanması anayasal teminat altına alınmalıdır. Halk sağlığını hiçe sayıp kimyasal zehirlere dönüştürülen ve kanser başta birçok hastalığın sebebi olan gıda sanayisi ürünleri yerine halkın gıda güvenliği sağlanmalıdır.
İktidar halka ait en ufak özgürlük alanlarını bile gasp edip bütün iktidarı muhteris bir diktatör ve ruhunu ona teslim etmiş uşaklara veriyor.
O zaman, demokratik anayasa, devlet örgütlenmesini halkın kendisini kendi faaliyetiyle ve kendi ihtiyaçlarını esas alarak örgütlenmesi olarak düzenlenmelidir.
Valilik ve kaymakamlık gibi “saltanat makamları” kaldırılmalı, halkın oyuyla seçilen yerel meclisler en geniş yetkilerle donatılmalıdır. Mahkemeler ve emniyet güçleri, yeterli donanıma sahip olan adaylar arasından halk oyuyla seçilmeli ve yerel meclislere bağlı olarak çalışmalıdır.
İktidar insani yaşamın en temel zemini olan doğayı tahrip eden saldırıları hayata geçirmeye çalışıyor.
O zaman, demokratik anayasa, toplum ve doğa arasındaki ilişkiyi en uygun ortaklaşma olarak inşa etmenin önlemlerini düzenlemelidir. Kırda yaşamı ve toplu ulaşımı teşvik etmek gibi önlemlerle doğanın sermayenin tahribatından temizlenmesinin ilk adımlarını atılmalıdır.
İktidarın kışkırtması ve teşvikiyle saldırganlığı artarak yaşamı kadınlar için cehenneme çeviren erkek egemenliğinin kendisini var ettiği bütün halleri, demokratik anayasada anayasal suç olarak saptanmalıdır.
Erkek egemenliğinin kadınları mahrum ettiği olanaklar gözetilerek, toplumsal ve siyasal yaşamda kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık anayasal hak olarak teminat altına alınmalıdır. Bütün kamu faaliyetlerindeki görevlendirmelerde kadınların eşit varlığı düzenlenmelidir.
Çocukluk, özel bir yaşam hali olarak kabul edilmeli, anne-baba dâhil olmak üzere çocuklara yönelik her türden korkutma, tehdit ve şiddet anayasal suç olarak düzenlenmelidir. Çocukların çok yönlü gelişebilmesi için gereken olanakların sağlanması anayasal hak olmalıdır.
Alınan önlemlerin gereksindiği mali kaynaklar, ülkenin doğal zenginliklerinin halk için halk tarafından ekolojik dengeleri gözetilerek değerlendirilmesinden, emperyalist bağımlılık ilişkilerinin soygunlarını engelleyip dış ticareti bilinçli bir seçimle en elverişli koşullarda yaparak elde edilecek gelirlerden ve vergi sisteminin artan oranlı servet vergisini temel alarak düzenlenmesiyle sağlanabilir.
Merkez Bankası halkın anayasal haklarının kullanımını sağlayacak düzenlemeleri yapmakla görevli olmalı ve halkın seçtiği vekillerden oluşan meclis tarafından denetlenmelidir.
Demokratik anayasa, başta bölgedeki komşu halklar olmak üzere, emperyalist işleyişin dayattığı bütün işgal, savaş ya da ilhak hedefli girişimlerine karşı, halklar arasında dostluk ve barışı, anayasal bir emir olarak ilan etmelidir. Bütün işgal girişimleri sonlandırılmalı, bölgemizde barışın ve birlikte yaşamın temellerini atmak hedeflenmelidir. Savaşa harcanan kaynaklar, anayasada düzenlenen halkın ihtiyaçlarının karşılanmasına aktarılmalıdır. Emperyalist savaş örgütü NATO’dan çıkılmalıdır.
Demokratik anayasanın yazılı herhangi bir belge olmaktan çıkaracak olan halkın gücüdür. Bu güç, kendi mücadelesiyle var ettiği anayasal haklarını demokratik bir cumhuriyet biçiminde hayata geçirecektir.
Demokratik cumhuriyet ve demokratik anayasa, halkın kendiliğinden hareketinin içinden öylesine çıkıp gelemez. Kendiliğinden hareketlilik, sadece var olmakta yetinir ve kendi bilincine sahip olduğu bir düzeye sıçrayamazsa, sermaye düzeninin labirentlerinde kaybolmaya, kurulan tuzaklara düşmeye ve halkçı bir hedefe ulaşamadan sönümlenmeye yazgılıdır.
Halkla iç içe olan özel bir siyasal duruşun halkın içinden çıkıp gelerek halka öncülük yapması ve halkın mücadelelerini ortaklaştırması gerekiyor.
Bu güç, halkın mücadelesinin güncel ve tarihsel ihtiyaçlarına uygun siyasal örgüt ve mücadele biçimlerini keşfedip hayata geçirmelidir.
Aynı güç, halkın günlük mücadelelerini meşru bir hedefe bağlayarak güvenceye, morale ve cürete kavuşturabilmelidir.
Bu hedef, Demokratik Anayasa ve Demokratik Cumhuriyettir!

5. TOPLUMSAL ÖZGÜRLÜK PARTİSİ

Toplumsal Özgürlük Partisi, halkın yaşamın neredeyse bütün alanlarına yayılan ama henüz dağınık ve güçsüz olan hak arama çabalarına emek veren bir siyasal güç.
Toplumsal Özgürlük Partisi, ülkemizin sürüklendiği “Suriyelileşme” bataklığından uzaklaşabilmesi ve bir müddettir içinde çırpındığı kaotik ortamdan çıkışı için kendisine görev biçiyor.
“Artık yeter, devir değişsin!”, bizim için sadece bir slogan değil!
Herkesin de “Evet, doğru, devir değişsin” dediğini biliyoruz!
İçinde yaşamaya zorlandığımız cehennemi ortamın değişmesi için her şeyimizle varız!
Gücümüz böylesi olağanüstü zor ve karmaşık bir görevi hakkıyla yerine getirmeye yeterli değil. Ama zaten halkın içinden çıkıp gelen bir parti olarak, attığımız her adımda halkla daha fazla kaynaşıyor, güçleniyoruz!
Çıktığımız yolda kararlıyız, yolda ilerledikçe kaderimizi halkla ortaklaştırıyoruz.
Bu ortaklaşma bize güç ve moral verdikçe daha hızlı hareket edebiliyor ve daha da geniş alanlarda halkla kaynaşabilmek için daha büyük bir güçle öne atılıyoruz.
TÖP, halkın içinde, halkla beraber ve halkın kendisini örgütlemesi olarak kendisini inşa ediyor.
Halkın ihtiyaçları uğruna verdiği çok farklı alanlardaki mücadeleler ve TÖP’ün örgütlenerek kendisini büyütme çalışmaları, bir sarmaşığın dalları gibi iç içe geçerek birlikte var oluyor, ortak hareket ediyor.
İşçiler, kadınlar, Aleviler, doğa savunucuları, LGBTİ+’lar, gençler, çocuklar ve bize dayatılanlara öfkeli olan bütün diğer halk güçlerinin içindeyiz, mücadelelere emek veriyoruz ve gerekirse öne atılıp bedel ödeyerek yol açmaya çalışıyoruz.
İşçilerin, “Güvenceli İş, Adil Ücret, İş Güvenliği, Sağlık Sigortası!” gibi istekleriyle, işsizlerin “İş İstiyoruz!” çığlığıyla, kendisine dayatılan diktatörlüğe karşı halkın yükselttiği “Hukuk!” mücadelesiyle, kadınların “Yaşamak İstiyoruz!” diye bağıran öfkesiyle, gençlerin “Özgürlük İstiyoruz!” sloganlarıyla, Alevilerin “Eşit Yurttaşlık!” talebiyle, doğanın vahşice talan edilmesine karşı ülkenin her yerinde yükselen “Yaşam Alanlarımıza Dokundurtmayız!” tepkisiyle iç içeyiz, ortaklaşıyoruz, birlikte yürüyoruz.
Sadece şimdi öne çıkan güncel ve acil ihtiyaçlar uğruna yapılan mücadelelerle kendimizi sınırlamıyoruz.
Bu mücadeleleri ortaklaştırabilecek “İş, Ekmek, Barış, Özgürlük!” talebimizi yükseltiyor, bu taleplerin uğruna verilen bütün mücadelelerle kaynaşarak kendimizi var ediyoruz.
Halkın ve TÖP’ün ortaklaşan taleplerinin şimdiki iktidar tarafından karşılanmayacağını biliyoruz. Hatta iktidarın resmi muhalefeti tarafından da dikkate alınmayacaktır. Onların başka işleri var!
Hepsi Koç ya da Sabancı ailesi gibi büyük sermaye güçlerinin hizmetinde olan bu güçlerin, kendi aralarında kimin iktidar olacağına dair çekişseler de, halkın hiçbir talebini karşılamamakta ortak oldukları çok açık!
Biz halkız, kendi ihtiyaçlarımızı ancak egemenlere rağmen hatta onların elinden çekip alarak elde edebiliriz.
Halk, sadece kendi gücüne güvenmeli, kendi ihtiyaçlarını ancak kendi elleriyle kazanabileceğini bilmelidir.
Sadece güncel mücadeleler de başarı kazanmak da yetmez!
Suyun başını tutmak, iktidarı egemenlerin elinden almak gerekiyor!
İktidar halk tarafından şimdi olduğundan bin kez daha iyi kullanılacaktır!
TÖP, halkın kendi ihtiyaçlarını ele geçirmek amacıyla yaptığı mücadele içinde aynı zamanda kendisini bir siyasal güç olarak da örgütleyebileceğini savunuyor. Böylesi bir siyasal güç, demokratik bir anayasayla kendi ihtiyaçlarını siyasal sistemin omurgası yapabilir.
Öyle değil mi? Siyasal alanı egemenlere mi bırakacağız?
Bunca olup bitenden sonra hala “Büyüklerimiz bilir!” diyen var mı?
Her şey çok açık değil mi? Evet onlar iyi biliyorlar, ama halkın ihtiyaçlarını değil sadece kendi çıkarlarını iyi biliyorlar.
Onun için kötü koşullarda çalışıyoruz, onun için iş bulamıyoruz, onun için yoksuluz! O sebeple kadınlar artık yolda yürümekten bile korkar hale geldi, o yüzden bütün doğal zenginliklerimiz sonuna dek sermayenin talanına açılmış durumda! Ondandır ki, bütün halklar ve inançlar kendi hallerine bırakılırsa birbirine kardeşken şimdiki gibi düşman hale sokulmaya çalışılıyor!
Evet, onlar çıkarlarını iyi biliyor!
Kendilerine karşı birleşmemesi için halkı birbirine düşürmeyi, yoksulluk ve cahillikle boğarak siyasetten uzak tutmayı iyi biliyorlar!
Evet, işlerini iyi bildikleri için onların kazandıkları kasalarına sığmaz hale gelirken, biz yoksullaşıyoruz!
Egemenlere değil, kendimize, kendi aklımıza ve gücümüze güvenmekten başka hiçbir yolumuz yok!
Siyaset yapmadan, siyasal alanda güç ve hatta egemen güç olmadan hiçbir ihtiyacımızı gerçekten kazanamayız.
Elbette egemenlerin iktidarı altında da mücadeleyle bazı haklar kazanılabilir.
Ama hepimiz de iyi biliyoruz ki, bugün binbir emekle kazandığımız haklar, yarınki bir gaflet anımızda elimizden alınabilir. Bugün artan ücretler yarın hükümetin ani bir kararıyla artacak enflasyonla bir anda olmamışa dönüverir!
Hep öyle olmuyor mu?
Peki, nasıl siyaset yapabiliriz?
Şimdi ihtiyaçlarımız için yaptığımız mücadeleleri ortaklaştırırsak, sadece acil-güncel ihtiyaçlarımızı ele geçirmiş olmayız. Ortaklaşan halk güçleri, birbirlerinin mücadelelerini desteklerken aynı zamanda hepsinin ortak ihtiyaçları doğrultusunda ortak hedefler de belirleyebilir.
Söz gelimi, “İş, Ekmek, Barış, Özgürlük” bütün halk güçlerinin ortak ihtiyacı değil midir?
Ya da, kadınların “Yeter Artık!” çığlığını bütün halk güçleri de paylaşmıyor mu?
Alevilerin kendi inançlarını özgürce ifade etme talebine kim karşı çıkabilir?
Koparıp aldığı zenginliklere bedavadan el koyan sermaye güçleri dışında, doğanın talan edilmesini kim destekler?
İşte, bütün halk güçlerinin, hepimizin birden ortak olan ihtiyaçlarımız var ve bunları saptayıp birbirimizle ortaklaşmamız çok da zor değil!
Zaten siyaset denen şey de bundan başka bir şey değil ki!
Egemenler bunu iyi yaptıkları içindir ki hep üstteler, hep kazanıyorlar, bu devran da hep böyle devam etsin istiyorlar.
Birbirleriyle adeta kenetlenerek ve her yolu kullanarak kendi çıkarlarını koruyan egemenlere karşı herhangi bir halk gücünün tek başına kalması onun mücadelesini zorlaştırır. Halk güçleri, sadece kendi dar ihtiyaçlarının içine sıkışıp kalırsa, onları egemenlerden koparıp alması çok zorlaşır. Üstelik kazansa bile egemenlerin karşısında tek başına kalırsa onları koruyamaz.
Halk güçlerinin ortak ihtiyaçları doğrultusunda birleşip siyaset yapması zorunludur. Siyaset alanı asla egemenlere terk edilmemelidir.
Onlar “Siz bu işleri bilmezsiniz, biz iyi biliriz, haddinizi aşan şeylere karışmayın” diyorlarsa, halkın da tam tersine ortaklaşarak kendi iktidarı için mücadele etmesi gerekiyor.
Yoksa, denildiği gibi, böyle gelmiş böyle gider, daha fazla yoksulluk, daha çok işsizlik, daha da artan kadın cinayetleri halkı bekler!

TÖP NE YAPMAK İSTİYOR?

TÖP, bir yandan birbirinden farklı halk güçlerinin en küçük ihtiyaçlarını bile halkla birlikte savunurken, aynı zamanda bütün halk güçlerinin ihtiyaçlarının ortaklaşabileceği bir siyasal kimlikle kendisini kurmaya çalışıyor.
TÖP, egemenlere karşı mücadele içinde politikleşen halk güçlerinden oluşuyor.
TÖP, başta işçi sınıfı olmak üzere bütün halk güçlerinin politik iradesi olarak kendisini kuruyor.
TÖP, demokratik bir anayasaya dayanacak demokratik bir cumhuriyetin kurulmasını savunuyor.
Demokratik Cumhuriyet, kendisinin omurgası olacak olan Demokratik Anayasa’nın hükümlerinin hayata geçebilmesi için halkın kendisini örgütlemesi olarak anlaşılmalıdır.
Demokratik Cumhuriyet, bir halk iktidarıdır. Söz, yetki ve karar halk da olacak, halkın ihtiyaçlarının karşılanması cumhuriyetin en önemli görevi olacaktır.
Demokratik Cumhuriyet, sosyalist bir düzen kurmak için atılan ilk adımdır. Hiç durmadan peşi sıra atacağımız adımlarla halkın iktidarının kalıcılaşacağı bir sosyalist düzeni kurabiliriz, kurmalıyız!
Sermaye güçlerinin kapitalist sistemine karşı, halkın sosyalist düzenini kurabiliriz, kurmalıyız.
“Büyüklerimiz” değil, en iyisini biz halk güçleri biliriz!
Onların bir türlü beceremediği ve aslında zaten hiçbir zaman da beceremeyecekleri, insanların mutlu ve refah içinde yaşayacağı bir ülkeyi ancak biz halk güçleri kurabiliriz.
Egemenler halk güçlerini farklı inançları, etnik kimlikleri ve cinsiyetleri üzerinden bölmeye, hatta birbirine düşman yapmaya çalışıyorlar.
İstiyorlar ki, onların karşına birlikte çıkmak bir yana, birbirimizle kavga edelim!
Bin kez “Hayır!” diyoruz; bizi aldatamazlar, aldatamayacaklar!
Egemenlerin karşısında hepimizin durumu aynı değil mi, gelecekte de aynı olmayacak mı?
Öyleyse, egemenlerinin istediğinin tam tersine birbirimizle iç içe geçeceğiz, kaynaşacağız, ortak ihtiyaçlarımız için egemenlere karşı ortak mücadele vereceğiz!
Egemenler en çok Kürtleri ve en fazla Alevileri düşmanlaştırmak istiyorlarsa, tam tersine en çok onların ellerini sımsıkı tutmak, asla düşmanlığa izin vermemek gerekiyor.
Bütün etnik kimlikler ve inançların “Eşit yurttaşlık!” temelinde birbirleriyle kaynaşabileceği, herkesin kimliğini ve inancını özgürce yaşayabileceği bir ülke kurabiliriz, kurmalıyız!
Böyle bir ülkede, devletin etnik kimliği ve seçilmiş bir inancı olmaz!
Devlet, hangi etnik kimlik yada inançta olursa olsun bütün yurttaşlara hiçbir ayrım yapmadan aynı hizmetleri yapmakla ve anayasada kendisine verilen emirleri yerine getirmekle görevli olmalıdır.
Devlet asla kutsal olmamalı, halkın hizmetinde olmakla yetinmelidir.
Devlet halkın kendi ihtiyaçlarını karşılamak için kendisini örgütlemiş hali olarak var olacak, halktan gizli değil açık ve saydam olacaktır. Devletin denetlenmesi, halkın kendisini denetlemesi, hatalarını düzeltmesi biçiminde gerçekleşecektir.
En üsttekiler dahil olmak üzere, bütün devlet görevlilerinin maaşları, çalışan emekçilerin ortalama maaşıyla belirlenmelidir. Devlette çalışmak hiçbir ayrıcalık kazandırmamalı, halka karşı sorumluluk yüklemelidir.
Evet, halktan ayrı, yüksekte, gizli ve kutsal bir devlet istemiyoruz. Halkın kendisini örgütlemesi biçiminde kendisini kuran ve bağlı olduğu Demokratik Anayasa’nın hükümlerini uygulayarak halka hizmet eden, halka açık, saydam ve hesap veren bir devleti örgütlemeliyiz, örgütleyebiliriz.
Orada, cepleri dolup taşan sermaye güçleri ve “kutsal devlet büyükleri” değil, sadece çocuklar ayrıcalıklı olacak! Henüz kendi hayatı hakkında karar verme ehliyetine sahip olamayan çocukların en yüksek donanıma kavuşacakları ve mutlu olacakları imkânlara kavuşturmak, devletin her şeyden önce ayrıcalık vererek yerine getireceği görevi olacaktır.

ŞİMDİ NE YAPIYORUZ, BİRLİKTE NELER YAPABİLİRİZ?

İşçi arkadaşlarımızla fabrikalarda ve bütün havzalarda yaşanan direnişlerde elimizden geldiğince birlikteyiz.
Kadınlara yönelik erkek şiddetinin her biçimine karşı, kadınların bütün direnişlerin içinde olmaya çalışıyoruz.
Doğanın yıkımına karşı kaldırılan her direniş bayrağına bir destek de biz veriyoruz.
Alevi canlarımızın endişelerini paylaşıyor, kimliklerini özgürce yaşayabilmeleri uğruna yaptıkları bütün mücadelelere omuz veriyoruz.
Cahil ve bakımsız bırakılarak gelecekte sermayenin kölesi olsun istenen yoksul çocuklarla birlikte oyunlar oynuyor, zekâlarını geliştirmelerine destek olmaya çalışıyoruz.
Elbette, sadece yaşanan sorunlara karşı yükselen mücadelelerin içinde olmayla kendimizi sınırlamıyoruz. Aynı zamanda birçok yeni halkçı direnişlerin ilk ateşini yakıyor, halk içinde yayılması için çalışıyoruz.
İktidarın halkı siyasal alanın dışına itmesine karşı, bütün halk güçlerinin ortak ihtiyaçları üzerinden birleşerek yaratacakları bir halkçı-demokratik siyasal alanı inşa etmeye çalışıyoruz. İktidar madem halkı düşünmüyor, halk kendi geleceğini kendisi olarak inşa etmelidir.
Ayrıca, suyun başını tutanlarla görülecek hesabımız var! Toplumsal desteği azaldıkça medyadaki borazanlarını daha fazla öttüren iktidara karşı, bütün halk güçlerinin demokratik bir ittifak kurmasını savunuyoruz. İçinde HDP’nin de olduğu bütün halk güçlerini toplayacak ve egemenlerden bağımsız olacak bir Demokrasi İttifakı iktidarın değişmesini sağlayabilir.
Aksi halde, şimdi CHP’nin yaptığı gibi “iktidarın suyuna giderek, kurbağaları bile ürkütmeden, kimseye çaktırmadan” yapılan sözüm ona “mücadele” hiçbir sonuç yaratmaz.
İktidar en iyi bildiği şeyleri zaten söylüyor:
Biri diyor ki: “Hadi size geçmiş olsun, atı alıp Üsküdar’ı geçtim bile!” Öbürü ise: “Şeytana külahını ters giydirecekmiş!”
Bunların ne anlama geldiğini hepimiz biliyoruz değil mi?
Eğer “sularına gidilirse” ya da “ürkmezlerse” ne yapacaklarını zaten kendileri açıkça söylüyorlar! Tuzak ve hile en iyi bildikleri şey!
Halkımıza ceplerini ve cüzdanlarını sımsıkı korumalarını öneriyoruz! Var olan haklar sonuna dek korunurken yeni haklar için mücadele edilmeli, mücadeleler ortaklaştırılmalıdır!
“TÖP ne yapmak istiyor” diye sorarsanız, işte bunları yapıyoruz!
“Nasıl yapacaksınız?” derseniz, işte böyle yapmaya çalışıyoruz!
Biz devrimciyiz, devrimciler ne yapacaklarını ve nasıl yapacaklarını gizlemez, açıkça savunur. Biz de öyle yapıyoruz!
Gelin siz de katılın, birlikte yapalım!

6. TÜSİAD VE MÜSİAD; HER ZAMAN ONLAR MI KAZANACAK?

İktidarın sermaye gücü olan MÜSİAD bir “sermaye cenneti” hayal etmiş ve tersinden-bizim taraftan bakarsak “işçi cehennemi” olacak olan “çalışma kamplarını” hükümetlerinden rica ediyor!
Neymiş, işçiler dışarı çıkamayacakları özel bir alana hapsedilmeli, eşleri ve çocukları da aynı alanda ikamet etmeli imiş!
Peki, biz de size soralım, o arada siz ne yapacaksınız, nerede oturacak, keyfinizi nerede sürecek, hangi ülkeleri gezecek, doymak bilmez iştahınızı nasıl tatmin edeceksiniz?
Bu işçi düşmanlarına soruyoruz:
“Madem isminizin önüne Müslüman kelimesini koydunuz, bre alçaklar, Kur’an’ın neresinde yazıyor bu kamplar? İşçileri sömürdüğünüz yetmiyor, dini inançlarını da o sömürünün malzemesi yapmaya utanmıyor musunuz? Utanmayacağınızı iyi biliyoruz da, sömürdüğünüz yetmediği gibi bir de hapsetmeyi planladığınız işçilerin öfkesinden hiç mi korkmuyorsunuz?”
Gün ola harman ola, şimdilerde hiç susmadan öttüğünüz “gecenin karanlığının neye gebe olduğunu” kim bilir?
Evet, çok açık ki, MÜSİAD patronları  kendileri her türlü önlemlerini alırken işçilerin hiçbir önlemle desteklenmeden “mayın eşeği” gibi pandemi ile savaşın ön cephesine sürülmesi “yetmez” diyor. Amerika’da siyahlara yapıldığı gibi, ek olarak işçilerin ellerinin arkadan kelepçelenmesi ve boğazına çökülmesi gerekiyormuş!
Çin’den çıkmak zorunda kalırsa kendisine konumlanacağı yeni coğrafya arayan küresel sermaye güçlerine deniyor ki “Biz varız, bizde de emek ucuz, gelin sömürün; gerekirse sizin için işçileri içine hapsedeceğimiz çalışma kampları bile kurarız!”
Aman yanlış anlaşılmasın, en modern burjuvalarımızın toplandığı TÜSİAD üyesi patronlar da çalışma kamplarından çok memnun olacaktır. Madem işçinin boğazına çökmenin yeni bir yolu daha bulunmuş, hiç geride kalırlar mı, en önde koşturup yerlerini alacaklardır.
Ayrıca, iktidarın patronlara epey zamandır en çok bekledikleri müjdeyi vermeye hazırlandığı görülüyor!
Şimdi sıra kıdem tazminatlarına çökmeye gelmiş!
Ancak, o dediklerini yapabilmeleri için epey engeli aşmak zorundalar. O yönde atacakları adımların astarı yüzünden pahalıya gelebilir!
Kıdem tazminatı, sürekli yoksullukla savaşan ve ancak ayakta kalarak yaşamını sürdüren işçi sınıfının, hem ilerleyen yaşları için umut bağladığı hem de kolayca işten atılmasını engelleyen bir kazanımıdır.
Ancak, işçiler için kazanım olan her şey sermaye için kabul etmek zorunda kaldığı bir kayıptır. O yüzden de, on yıllardır bütün hükümetlerden kıdem tazminatının ortadan kaldırılmasını talep ederler.
İşte, şimdi işçilerin elinde kalan en önemli hakkı almak istiyorlar.
On yıllardır sürüp gelen neo liberal soygun politikalarıyla hayatı zaten cehenneme dönmüş işçilere daha da yüklenmenin elbette bir faturası olacaktır.
Boğazına dek yoksulluk bataklığına batırılmış işçiler daha da derine doğru bastırılırsa, birlikte olmaktan ve “Yaşama Hakkı!” talebiyle harekete geçmekten başka ne yapılabilir?
Toplumsal Özgürlük Partisi, işçilerle omuz omuza olacak!