Referanduma doğru – Oğuzhan Kayserilioğlu

Erdoğan, korumakla yükümlü olduğu anayasayı ve ondan güç alan hukuk sistemini delip geçerek kuralsızlığı normalleştiriyor. O, hukuk yerine çıplak güç ilişkileri üzerinden yol alıyor ve bir biçimde kendi kontrolüne aldığı devlet gücünü kullanıp kendisini dayatarak yarattığı fiili durumlar üzerinden iktidar oluyor.

Aslına bakarsak, bu biçimde iktidar oluşun altındaki yapısal diktatörlük (sermayenin egemenliği), kapitalist sistemin içindeki bütün rejimlerin ortaklaştığı bir tutum.

Ancak, burjuva demokrasisinin geçerli olduğu ülkelerde sermayenin yapısal egemenliği kendisini bu biçimde göstermiyor, daha doğrusu gösteremiyor.

Kapitalizmin inşası sürecinde feodal egemenler, sermaye güçleri ve halk güçleri arasında yaşanan çatışmalar sonucunda ortaya çıkan toplumsal ve politik güç dengeleriyle, sermayenin egemen olma tarzını belirlemiş, onu sınırlayan ve mümkün olduğunca gizleyip göstermemeye zorlayan demokratik dengeleri oluşturmuştur.

Bu çatışmaların sonucunda inşa edilen politik egemenlik biçiminde/burjuva demokrasilerinde, burjuva politikacıları, ilk olarak, demokratik dengelerin içinden yol almak zorundadır ve öyle her istediklerini yapamazlar; ikincisi, onların ustalığı, Erdoğan gibi esip gürleyerek kimi nasıl ezdiğini gösterme değil, gizleyip göstermeme üzerinden ölçülür.

Kapitalizmin inşasının feodal zincirlerin parçalandığı bağlamında açığa çıkan halkın zoru; halkın kendi gücüyle kurup koruduğu bazı toplumsal ve siyasal kazanımlar elde etmesini sağlar. Bu kazanımlar, sermayenin egemenliğinde kurulan yeni sisteme kendisini dayatan demokratik haklardır ve üstünde hareket edenleri sakınımlı davranmaya zorlar.

Halkın gücü, şayet burjuva demokratik devrimin önünü açabilecek bir seviyeye ulaşabilmişse, söz konusu kazanımlar (demokratik haklar) yayılıp derinleşir ve kalıcı (anayasal) bir statü kazanır. Kendi doğal eğilimi sömürüsünü sınırsızca artırabileceği bir diktatörlük olan sermayenin sonsuz istekleri anayasal sınırlar içine alınmış, halkın zoru tarafından sınırlanmıştır. Sermaye güçleri, egemenliklerini bütünüyle kaybedebilecekleri korkusuyla, anayasal koruma altına alınmış demokratik dengelerin baskısı altında hareket etmek zorunda kalmıştır.

İşte, demokrasi, her ne kadar ona benzese de bir gül değil, halkın onlara karşı mücadele edip kazanarak egemenlere dayattığı toplumsal dengeler ve o dengelere dayanan yasalar ve kurumlardır. O dengeler, egemenlere, iktidarlarını ancak belli kurallara uyarak yürütebileceklerini dayatır. Demokrasi, anayasalar ve ona bağlı hukuk sistemiyle resmi yüzünü oluştururken, mücadelenin geleneğini taşıyan ve yüksek meşruiyet taşıyan halk örgütlenmeleriyle de gerçek gücünü oluşturur. Egemenler, demokratik dengeleri bozan keyfi tutumlara yönelirse, karşısında halkın gücünü görecektir.

Ancak, burjuva demokrasileri, kapitalist sistemin serbest rekabet döneminden tekelci aşamaya sıçraması ve egemenliğin tüm burjuvaziden onun içinden çıkan küçük bir zümreye/finans-kapitale doğru daralması dolayımıyla ağır bir vurgun yemiş; küçüldüğü ölçüde gerici bir yapısallığa bürünen egemen finans-kapital zümresi, burjuva demokrasisini yüksek tehlike taşıyan bir yük olarak görüp, farklı biçimlerde tırtıklayarak daraltmanın yollarını aramış, fırsat buldukça da uygulamıştır.

Demokrasi “yük”ü

Tekelci dönemde burjuva demokrasisi hala sürebilmişse, varlığını sosyalist sistemin kapitalizme yaptığı baskıya ve kuruluş sürecinde halk güçlerinin edindiği bilinç ve örgütlenme düzeyine borçludur.

Sistemin üstüne yüklenen gerilimleri kaldıramayacak denli zorlandığı kriz dönemlerinde ise, demokratik dengelere uyularak ödenmek zorunda olunan bedeller zaten zorlanıp sarsılan sermaye için kaldıramayacağı bir “yük” haline dönüşür ve can havliyle o “yükü” sırtından fırlatıp atar. Hitler, Mussolini ya da Franko gibi faşist liderler, devletin çıplak şiddetiyle yapılan “fırlatıp atma işinin”/demokratik dengelerin tasfiyesinin görevlisidirler.

Faşizm, sermayenin zamanın akışıyla kendi yapısallığını/ilişkilerini toplumsallaştırarak toplumun bütününe derinliğine nüfuz eden egemenliğinin/diktatörlüğünün, halkın gücüyle bürünmek zorunda kaldığı “nezaket” ve incelik” örtüsünün/”asma yaprağının” çekilip alınmış halidir. Diktatörlük, siyasal ve toplumsal alanda örtüsüz, gizlenmemiş ve en çıplak haliyle kendisini göstermek zorunda kalır.

O yüzden, faşizmin inşasının temel yönelimi, halk güçlerinin bölünmesi, birbirine düşürülmesi ve hala direnenlerin devlet gücüyle ezilmesi biçiminde gerçekleşir. Faşizm, ancak ve sadece halkın gücünü ezebilirse iktidar olabilir.

Günümüzde, Trump ya da Le Pen gibiler, çok yönlü kriz tarafından zorlanan kapitalizmin faşizmi dünya sahnesine yeniden sokma denemeleri olarak görülmelidir. Başarmaları oldukça zor, ama denemeye başladıkları, yapa yoklaya ilerlemeye çalıştıkları anlaşılıyor.

İşte, Erdoğan da, ülke içindeki özel yerel kaynaklarıyla beraber, küresel çapta oluşup güç kazanmaya çalışan bu özel eğilimin içinde yer alıyor.

Ama, farklı olarak, bir burjuva demokrasisi içinde değil de, zaten anayasal bir sistem haline dönüşmüş kalıcı demokratik dengelere (burjuva demokratik bir anayasal sisteme) sahip olmayan despotik bir devletin içinde sermaye politikacılığı yaptığı için; oldukça sakınımsız ve rahat biçimde, adeta “tebasını-reayayı” yöneten bir “çoban” ya da “padişah” gibi davranıyor, despotik devletin binlerce yıldır kullandığı dille-“üstten-kibirli ve nobran” bir üslupla konuşuyor ve söylediklerini diğerlerinden daha rahat hayata geçirebiliyor.

Öte yandan, söz konusu tarz, diğer sonuçlarının yanı sıra bir özel “zehirli meyve” üretiyor.

Erdoğan’ın kimi demokratik hakların yer aldığı anayasa ve hukuku ezip geçerek güç dayatma üzerinden fiili durumlar yaratarak yönetme tarzı, herkesin gözünü diktiği bir “Zirvede-Saray’da” yaşandığı için, toplumun tümü için bir örnek duruş ya da hareket biçimi oluyor ve bireylerden başlayıp tüm topluma yayılarak özel bir toplumsallaşma halinin önünü açıyor.

Erdoğan’ın söylemleri ve yapıp-ettikleri, aynı zamanda bir fiili-pratik manifesto oluyor. Bu tarz, Erdoğanist ideolojinin omurgasını oluşturarak, hayatın bütün alanlarına sıçrayıp bir vücuda kavuşuyor ve her yerde-bütün ilişkilerde benzer tutumların önünü açıyor.

Ancak, toplumda herkes aynı ideolojinin uygulayıcısı olursa, bu topyekun bir kaos anlamına geleceği için, Erdoğan, bir şahıs ve iktidar alanı olarak (tıpkı padişahlar ya da sonrasındaki Ordu gibi) kutsallaştırılıyor, dini bir “mertebe” ya da vatanla ilgili bir “kurtarıcı” misyonuyla donatılıyor ve kutsal olmayan normal insanlara/bizlere de “biat” kültürü dayatılıyor.

Tarihsel derinlik

Egemen antika tefeci-bezirgan sermayenin, üretimden kopuk “vurguncu” var oluşunun yarattığı korkaklık ve sinsilikle idare ederek kendisini var ettiği “Padişah-Reaya” ilişkisini yüz yıllarca taşıyan bu coğrafyanın tarihsel derinliği de, söz konusu dayatmanın önünü açan bir zemin oluşturuyor. Kendisi de o tarihsel derinlikten filizlenerek günümüzdeki konumuna doğru gelişip güçlenen günümüzün egemeni yerli finans kapital de, aynı sinsilik ve korkaklıkla davranıp, günümüz koşullarında eski rolünü oynamaya çalışıyor.

Elbette, hiçbir şey “aynı” değil, köprülerin altından çok sular aktı; tarihsel derinliğin kendisini günümüze dayatarak kendisini aynen sürdürme eğilimiyle, sermayenin toplumsallaşmasının günümüzdeki gücü ve bu gücün de içinde olduğu bir dizi güncel gerçeklik, aynı sürecin bakışımlı ilerleyen ve birbirini hem zayıflatan hem de güçlendiren olguları olarak birlikte var oluyorlar. Sadece tarih günümüze kendisini dayatmıyor, günümüzün geçmişten oldukça zengin olanaklarıyla sürekli güç kazanan güncel gerçekliği de kendisini tarihin güncel izdüşümlerine dayatıp, onun kendisini aynen sürdürmesini engelliyor ve onu dönüştürüyor.

Sonuçta, sırf kısa vadeli dar bir güncelliğin içinden baktığımız zaman, Erdoğanizm hakim olduğu oranda; aynı despotik devletin önceki Osmanlı ya da Kemalist döneminden başka biçimde, Erdoğanizme özgü bir “biat ve sürekli şiddet” ortamı gerçekleşecektir. Her alanda ve gittikçe yayıldığı için bütün toplumsal ve kişisel ilişkilerde, ikili bir süreç işleyecek, hem “biat” edilecek hem de güç ilişkileri dayatılacaktır.

Erdoğanist bir toplumda, herkes kendisini hem “efendi” (Erdoğan’ın açtığı yoldan ilerleyip, gücü yettiğini ezip geçerek) hem de “köle” (Erdoğan’a ve gücü kendisinden fazla olana biat ederek) görecektir. Kemalist dönemin Ordu kurumunun yerini Erdoğan alıyor, despotik devlet ve onun egemenlik tarzı olan despotizm kendisini çok farklı bir biçimde (“Batıcılık” yerine “Erdoğanist bir İslam” elbisesini giyerek) yeniden topluma dayatıyor.

Egemen sermaye gücü finans-kapital ise, içinde doğup büyüdüğü için alışageldiği Kemalist biçimin refleksleriyle düşünüp davranarak kullanıp-atmayı düşündüğü Erdoğan’ı güç dengelerinin güncel zorlamasıyla kabullenmek zorunda kaldı. Bu tutumuyla, geleneksel sinsilik ve korkaklığını yeniden üretirken, tarihin olağanüstü bir gerginlikle yüklenerek aktığı ve içinde var olabilmek için güç ve yaratıcı hamleler talep ettiği günümüz koşullarında, ulusal sınırlarla korunan kendi iç pazarını kaybetme riskiyle yüzleşiyor.

Şizofreniyi, farklı biçimlerde sürekli yaşayarak ve derinliğine toplumsallaştırarak, dünyaya özel “katkı” yapmaya zorlanıyoruz.

Ama, hepimiz biliyoruz, bu toplum aniden patlayan Gezi isyanında öfke ve neşeyi olağanüstü bir yaratıcılıkla birleştirip sokakları dolduruvermişti, değil mi?

Tarih, biteviye kendisini tekrar ederek sürüp gitmez, onun “kopuş ve yeniden yapılanma” momentleri vardır; Gezi isyanı bu momentin perdesini açmıştı ve “Hayır Meclisleri” gösteriyor ki, süreç zayıflayarak da olsa devam ediyor; bir tarihsel “karar” anındayız.

Biz ölümlü bireylerin kısa ömürlerinden çok uzun zamansal devrelere sahip olan “Tarih” söz konusu olduğunda, “An” bazen yıllarca sürebilir, sürüyor.

Komplolar ve biz

AKP teorisyen ve ajitatörleri, olup biten her şeyi bir komplo dizisinin içine yerleştiriyor, komploları planlayan “üst akıl” olarak da ABD’yi işaret ediyorlar.

Tersinden, bazı AKP karşıtları da, olup biten her şeyi AKP’nin komplosuna indirgiyor, Erdoğan-Fidan ikilisinin önceden hesaplayıp planlayarak bizleri kukla gibi oynattıklarına inanmamızı istiyorlar.

Egemenlik aracı olarak komplo

Komplo, sınıflı toplumlarda hele kapitalizmde, siyasetle iç içe geçmiş, iktidarda olan egemenler tarafından ezilenlere karşı oldukça sık kullanılan bir güç dayatma biçimi.

Hedefe illaki hukuki ya da olmayınca çıplak devlet şiddeti yoluyla değil, politik zekanın yaratıcı bir komplosuyla da ulaşılabilir.

Aldatırsınız, olmayan gücünüzü varmış gibi gösterip hasmınızı korkutarak paniğe itersiniz, yanlış bilgilerle gerçeği çarpık algılatıp hasım güçleri istediğiniz alana çekip oyuna düşürürsünüz, suret-i haktan görünerek hasım güçlerin içine sızıp hem bilgi toplar hem de iç kargaşa yaratarak birbirine düşürür ya da önüne geçip yanlış yöne sürükleyerek, kendi iradesi ve gücüyle kendisini yok etmesini sağlayıp keyifle seyredersiniz..vd.(1)

Pek bilinen kaba tekniklerin ötesinde daha hassas ve komplike metotlarla da komplonuzu hayata geçirebilirsiniz. Muhatabınızın pratikteki gücü ve zekası oranında, sizin de komplonuzu iyi hesaplamanız gerekir.(2)

Her durumda, evet komplolar vardır ve üstelik, egemen sınıfların varlığı koşullarında, toplumsal ve siyasal yaşamla etle tırnak gibi iç içe girmiştir. Küçük bir azınlık başka nasıl geri kalan büyük çoğunluğu kendi egemenliği altında tutabilir ki?

Ayrıca, farklı devletlerin güç ilişkileri dolayımıyla kurdukları dengeler üzerinde süre giden rekabetçi itiş-kakışlar da, komplolara gereksinim duyar.

İşte, devletlerin istihbarat teşkilatlarının en önemli görevlerinden biri de, böylesi komplolar düzenlemektir. Günümüzde yaşamın her alanına ve zamanın en ufak parçasına bile sızabilen medya ve sosyal medya, komploların uygulanabilmesi için elverişli ortam anlamına da geliyor. Zaten, bolca da kullanılıyorlar. Uygulayıcı kurumların ya da kişilerin yetenekleri komplonun hançerini saplama ve sonuç almaya uygun olmalıdır.(3)

Tamam, ama burjuva toplumlarda siyasetle iç içe geçmiş olan komplo gerçekliği, yaşadığımız her toplumsal ya da politik gelişmenin bir komplo olduğunu göstermez.

Ayrıca, çok farklı alanlardan farklı ihtiyaçlar ve yönelimlerce ivmelen binbir girdiyle sürekli yenilenen olağanüstü bir karmaşık yapısallık içinde bir an bile durmaksızın akan toplumsal gerçekliğin kendisinin de komplo olduğu iddiası ise, saçmalamanın sınırları içine girer ve tartışma dışında kalmalıdır . Böylesi tutumlar, bir gerçek olan komplolardan ürküp paniğe kapılan yenilmiş-ezik bir bilincin ürünü olabilir.

Tam tersine, esas olan toplumsal gerçekliktir, komplolar ancak onun üstünde kendi hükmünü yürütebilir. Komplocular o gerçekliği ne kadar derinliğine kavrayabilmiş ve onun içindeki kendi işine yarayan olguları ya da olasılıkları ne kadar ustaca görüp sezebilmişse, o kadar başarılı olabilirler.

Söz gelimi, siz eğer bölgedeki güç dengelerini ve kendi gücünüzle o güç dengelerinde gidebileceğiniz yolu değerlendirmekte hata yapmışsanız, bölgeye girme gerekçesi uydurmak için kendi ülkenize “3-5 bomba atma” komplosu düzenleseniz bile, netice alamazsınız, gerçekler attığınız her adımda ayağınıza dolanır.(4)

Aynı durum, “üst akıl” denen emperyalist metropoller ya da onların da hegemonu olan ABD için de geçerlidir. Bölge gerçeğini doğru çözümleyememişseniz, komplolarla girip askeri gücünüzle yıkarak ele geçirdiğiniz Irak’ta bataklığa saplanıp kalır, panik içinde kaçmak zorunda kalırsınız. Hatta öyle olur ki, Irak’a sırtınızı dayayarak gerçek hedef olarak yönelmeyi hesapladığınız İran’ın sizin hatalarınızdan faydalanarak Irak’ta hegemonya kurmasını zavallıca seyredersiniz.

Ama, bu olumsuz örnekler, kapitalizmin hakim olduğu dünyamızdaki ulus-devletler arası ilişkilerde komploların gereksiz olduğu ya da işe yaramadığı anlamına gelmez; tam tersine, söz konusu ilişkiler komplosuz yürümez; yeterli güç, kurnazlık ve uygun hesaplama zeminine yaslanan komplolar, ön açar, alan ve inisiyatif kazanmanın altın anahtarıdır.

Komplolar ve o komploların yürütücüsü “derin” ve “görünmeyen” karanlık alanlar, halka dönük faaliyetlerin yanı sıra, aynı zamanda egemenler arası ilişkilerin zorunluluğudur. “Derin Devlet” denen olgu, yapılması gereken “pis işler” için istisnasız bütün devletlerde var olan bir gerçekliktir. Bir avuç azınlığın büyük çoğunluk üzerinde hakimiyet kurduğu bir ortamda, her şeyin açık ve temiz olmayacağı-olamayacağı belli değil mi? (5)

Küresel krizin komploları kışkırtması

Kapitalizmin küresel krizi koşullarında, onun kriz öncesi döneminde yaşadığı ve eski dönemlerde yaşananlardan farklı bir küreselleşme dalgasının sonuçları bir gerçeklik olarak kendisini krize de dayatmakla birlikte, (krizin uzayıp gitmesinin tam tersi yönden kendisini dayatmasıyla), sermayenin geleneksel örgütlenme alanı olanı olan ulus devletler arasında hızla yükselen yıkıcı bir küresel ve bölgesel rekabet ortamının da oluşup güçlendiğini görüyoruz.

Birbirine zıt olan bu süreçler, aynı anda var oluyor ve kendilerini güçlendirerek sürdürmeye çalışıyor.

Sürekli güçlenerek yükselen “Komünist” Çin odaklı güç alanı (kaos günlerinin tarihsel bir istihzasıyla) “küreselleşmenin ve serbest piyasaların” sözcülüğünü yapıyor, Çin’e özgü bir tarzla (öne çıkıp açık davranmadan) küresel inisiyatifini güçlendiriyor ve yeniden toparlanan Rusya ile ortak bir küresel odak içinde konumlanıyor.  Eski günlerini arayan ama ne yapsa bir türlü inisiyatif kaybını engelleyemeyen ABD ise, açık bir saldırganlıkla davranıp binbir provokasyonla düşüşünü engellemeye ve o arada da olası bir ABD-Çin savaşını kışkırtmaya ya da savaş olasılığını Çin’in üstünde baskı aracı olarak kullanmaya çalışıyor.

En tepede oluşan ve güçlenerek küresel düzeyde patlama riski taşıyan söz konusu yüksek gerilim ekseni, aşağılara doğru kendisini dayatıyor ve gerek diğer emperyalist güçler arasında gerekse bölgesel güç adayları arasında ve nihayet en dipteki “kaybedenler” arasında artık süreklileşen bir itiş-kakış yaşanıyor. Bu süreç, dünyanın zirvesinden aşağıya doğru indikçe, sık sık savaş biçimine sıçrayarak kendisini gerçekleştiriyor.

İşte, böylesi bir dünya ortamı, her türden komplo için en uygun ortamı oluşturuyor, onların temposunu yükselterek daha sık yaşanmasının önünü açıyor. Yeryüzünün tümü gerildiği için, komploların yayılım alanı genişliyor. Gerilimler ve itiş kakışlar,  ucunda hala bir ışık görülmeyen küresel kriz koşullarında yaşandığı için komploların yıkım gücü artıyor.

Gözler daha fazla kararıyor, daha yüksek risk alınıyor, daha hırçın olunuyor.(6)

Komplolar ve Türkiye

Türkiye, güçlenen ama küresel kriz koşullarında zorlanan kapitalist ekonomisine ucuz emek-enerji ve dış pazar arayışıyla kendi bölgesinde hegemon güç olmak istiyor. Hegemon güç olarak kazandıklarını cebe atarak konumunu güçlendirmeyi, hatta mümkünse “sınıf atlayarak” küresel hiyerarşinin çelikten ve ateşten yapılmış engellerini aşıp zirvenin eteklerine doğru yükselmeyi hayal ediyor. Tıpkı, Meksika, Brezilya, Güney Afrika gibi.

Ama, gelin görün ki, İran’da aynı istekle dolup taşıyor ve hırsla bölgeye yöneliyor. Türkiye ile aynı coğrafyada bilek güreşi yapan İran, aslında epey dezavantajlı bir konumda yerleştiği söz konusu bölgesel gerilim ekseninde, Erdoğan iktidarının hatalarının desteğiyle günümüzde daha güçlü bir konuma yerleşmiş durumda.

İşte, olup bitenleri değer yargılarından arındıkları tüm çıplaklığıyla görecek olursak, hem Türkiye hem İran, bölgesel arenada “arkalarında” uygun küresel dengeler oluşturarak ve “yanlarına” uygun bölgesel ve yerel ittifak güçleri ya da işbirlikçiler yerleştirerek aralarındaki hegemonya savaşını sürdürüyorlar. Henüz öyle bir olasılık güçlü olmasa da, yaşanabilecek bir küresel kargaşadan sıçrayacak bir kıvılcımın hızla alevlenivermesiyle devletler arası savaşa girme potansiyelini yüklenmiş durumdalar.

İran gibi Türkiye’de, gizli servislerini kullanarak birçok komplo düzenliyor ya da doğrudan askeri güç kullanarak kendi yolunu açmaya çalışıyor. Baş döndürücü bir rekabet yaşanıyor.

Eh, elbette küresel egemenler de kendi güçleri ve komplolarıyla bölgede kendi yollarını açmaya çalışıyor.

ABD ve Rusya’nın önde yer aldığı bu dalaşmada şu anda Rusya daha inisiyatifli gözükse de, sular durulmadan netleşmenin hangi dengelerde oluşacağını kestirmek imkansız. Kısa vadede bir “mutlu son” gözükmüyor. Gücünü kaybediyormuş gibi gözüktükten sonra her yeni aşamasında daha hızlı ve daha karmaşık olarak yeniden canlanan ve giderek kaosa dönüşen bir savaş ortamı sürüp gidiyor.

AKP haklı mı?

AKP’nin “üst aklın” komploları üzerine ağlayıp sızlanmaları ise, hiç bir anlam taşımıyor.

Elbette bol sayıda komplo var ve sürüp gidecekler. Üstelik, oyunun en hevesli yerel aktörlerden birisi de bizzat kendileri; o zaman “hamama giren terler” dersek, haksız mı oluruz?

Öte yandan, emperyalist güç ilişkilerinin demirden yasaları, “komploların yöneticisi üst akıl” hakkındaki iddialı sözleri kuru gürültüye dönüştürüyor.

O “üst aklın” en tepesine yerleşen ve Erdoğan’a hem de 15 Temmuz günü “otokratik İslamist diktatör” dediğine göre muhtemelen 15 Temmuz’ u en “yakından” bilenlerden olan yeni CİA başkanı, bugün devlet töreniyle karşılandı. Peki, yine aynı gün verdiği bir konferans esnasında, “şu anda Türkiye’de bir askeri darbe oluyor, başarılı olacağını umuyoruz” deyip darbeyi dinleyicilerine alkışlatan Beyaz Saray’ın yeni prenslerinden Flynn (Trump’ın Güvenlik Danışmanı), Ankara’ya geldiği zaman ayaklarının kırmızı halı serilmeyecek mi, Türk askeri bu kişiye selam durmayacak mı?

Darbenin karanlık yüzünde muhtemelen yer alanları askeri törenle karşılayanlar, güçlerinin ancak yettiği sıradan insanlara bitmeyen bir hırsla saldırıyor, Cemaatin içine girmiş on binlerce kişiyi acımasızca ezerek sözümona “güç gösterisinde” bulunuyorlar.

Ayrıca, kaos ortamının ve onun içinde sürüp giden kuralsız bir vahşi savaşın hemen yanı başında olan Türkiye’de, iktidarda olanların yapıp ettikleri ortadayken, ayrıca bir komploya bile gerek olmayabilir; ya da en “şık” komplo, söz konusu kifayetsiz muhterislerin “işlerini kolaylaştırmak” veya “önlerini açmak” olmaz mı?

Ve, sakın gelen CİA başkanı da “Haydi aslanlar, şimdi de Rakka’ya, o olmazsa Menbiç’e ya da Afrin’e!” diyerek bunu yapıyor olmasın?

Bir devlet memurunun protokol kurallarını alt-üst ederek seçilmiş bir devlet başkanıyla rahatça görüşebilmesi, başka şeylerin yanı sıra, Kuveyt’in işgali öncesinde Rumsfeld’le Saddam arasında yapılan meşhur görüşmeyi hatırlatmıyor mu?

Hayır Meclisleri

Referandum süreci, Gezi’nin forumlarını “Hayır Meclisleri” biçiminde yeniden canlandıran yaratıcı bir hamleyle başladı.

Meclisler, hemen canlanan Gezi refleksleriyle yüzlerce kişiyi toplayıverdi ve katılımcı herkesin başkalarına karşı sakınımlı-kapsayıcı tutumlarıyla moral ve enerji üretiyorlar.

Yine Gezi’de birden patlayan özel dilin-üslubun da bolca kullanıldığını görebiliyoruz. Meclislerde, neşeli, enerjik ve umut veren, aynı zamanda soğukkanlı bir mesafe duygusunu da taşıyan sorumlu bir dil hakim.

Bazı durumlar

Gezi güçleri, Kürtler ve CHP’nin bir kesiminin kesişebileceği ortak bir demokrasi alanı var ve bunun gözetilmesi özellikle referandum sonrasındaki mücadele için önemlidir. Ancak, bu ortaklaşmanın şimdiki yokluğunu ya da zayıflığını, şimdi yürütülen faaliyetleri engelleyip moral bozan tarzda gündemleştirmemek gerekiyor. Zaten bu güçler kimi yerde ortaklaşıyor, uygun hamlelerle bu yönelim daha da güçlendirilebilir. Gücün çekim gücü yüksektir ve referandumda sağlanacak başarı, söz konusu devrimci-demokratik ortaklaşmayı, her üç alandaki gerici-engelleyici tutumları aşabilecek bir kapasiteye kavuşturacaktır.

Ayrıca, hem ulusalcı alandan hem de İslami damarı güçlü olan demokratlardan ve dindarlardan katılımın da gözetilmesi, bu yolla devrimci demokrasinin alanının genişletilmesi gerekiyor. Bu yönelimin zorluğunun farkında olmamak imkansız. Ama, içinde bulunduğumuz olağanüstü gergin ve tarihsel koşullar, hem söz konusu alanların kendilerine özgü alışkanlıklarından hem de solun bu alanlarla doğru ilişkilenemeyen iç zaaflarından kopuşma yönündeki eğilimlerin de önünü açıyor.

Solun, laikler ve Alevilerle sınırlı olduğu, dindar işçiler ve yoksulların sağın doğal tabanı sayıldığı ve neredeyse hepsi gizli servisler tarafından ele geçirilmiş tarikatlar tarafından sömürüldüğü, yurtseverliğin ulusalcılara onların da derin devlete bağlandığı ve buna benzer kısıtlamalar ve sıkışmışlıklarla politika yapılan bir ülkede özgürlükçü ya da devrimci-demokratik siyasetin önü hep kapalı olacaktır.

Üstelik, böylesi bir kamplaşma, siyasetin kimlikler üzerinden yürütülmesi ve sınıfsal sorunların gölgelenmesi sonucunu yaratıyor ve sınıf temelli politika yapan komünist solu boşluğa itiyor.

Egemenler, bu ayrışmaları sürekli körükleyip zamanın koşullarına göre yeniden üreterek kendilerine karşı olan güçleri birbirlerine düşürebiliyor. Komünistlerin ise, hepsinin içindeki emekçi damarı yakalayıp güçlendiren ve bu temelde siyasi faaliyete sınıfsal duruşu temel yapmaya çalışan bir tutumu savunması gerekiyor. Böylesi bir sağlam temel, bir anda değil, uzun soluklu bir mücadeleyle süreç içinde gerçekleşecektir. Meclislerin inşa ve pratikleşme dönemleri aynı zamanda böyle rolü de üslenebilir, üslenmelidir.

Hayır Meclisleri, hem sonucu etkilemek, hem de sonuç ne olursa olsun referandum sonrasındaki mücadelenin seyri açısından özel önem taşıyor.

Bu meclislerde, şayet Kürtler ve “sol” Kemalistler bir biçimde yan yana durabilirlerse, CHP’liler özellikle de CHP’li gençler merkezlerinin tersi yöndeki zorlamalarına rağmen orada olabilirlerse, hatta diktatörlüğe karşı çıkan dindar ya da milliyetçiler oraya hiç olmazsa kulak verirlerse, kadınlar kitlesel katılır ve öncülük düzeyinde inisiyatif alırlarsa, meclisler mahallelere ve hatta sokaklara dek yayılabilirse oldukça tarihsel sonuçlar yaratacak bir zemin inşa edilmiş olur.

Şimdi, olması gerekenlerin bir kısmının varlığıyla işe başlanılmış durumda. Başlamak, adım atmak, zaafların üstünde tepinmeden ilerlemek en iyisidir.

Başlangıçta meclisler mutlaka kimi zaaflar taşıyacaktır ve süreç aktıkça da sürekli yeni zaaflar oluşacaktır. Israrla ve yüksek kararlılıkla kurmak, yürütmek ve yaymak gerekiyor. Ama, aynı zamanda, süreklilik kazanmış bir özellik olarak kendisiyle hesaplaşma, bu hesaplaşma içinde kendisini tanıma, güçlü ve zayıf yönlerini görme, sürekli kendisini aşarak var olmak yeteneği de kazanılmalıdır.

Tartışmalara boğulmamak ve yaşanan sıcak pratikte yer almayı belirleyici bir konuma yerleştirmek gerekiyor.

Elbette bolca tartışarak ve düşe-kalka ilerlenecektir, ama pratiğin içinde olmaktan asla vazgeçmeme, kendini pratiğin içinde sınayarak tanıma esas olmalıdır. Tartışmalar da, ancak pratikle birlikte-pratik üzerinden yaşanırsa ilerletici olacak, aksi halde hızla boğucu ve tasfiyeci bir zemine sürüklenecektir. Özellikle referanduma kadar yaşanacak süreçte, tartışmaların birbirini “yenme” mantığı üzerinden değil, birbirini tanıma ve ortaklaşılabilecek alanları keşfetme üzerinden yürümesi gerekiyor.

Bağımsız bireyler, özellikle gençler olmak üzere CHP’liler, kimi kadın ve Alevi inisiyatifleri ve bazı sol gruplar meclislerin kurucu öncülüğünü yaptılar. Semt ya da mahalle inisiyatiflerinden ekolojik mücadele platformlarına, taraftar gruplarından sanatçı inisiyatiflerine, işçi gruplarından gençlik derneklerine dek birçok platform meclislerde yer alıyor.

Özellikle sol grupların üslup ve tutumlarına dikkat etmeleri, herkesin sosyalist olmadığı ön kabulüyle konuşmaları, kendi propagandalarını tutumlu ve mesafeli bir tarzla yürütmeye azami dikkat göstermeleri gerekiyor.

İki tuzak

Hayır çalışmasının düşebileceği hatta kısmen düşmüş olduğu iki tuzağı öne çıkaralım ki, hızla aşılabilsinler:

İlkin, sosyal medyaya gereğinden fazla önem atfetmek biçiminde gözüken, ama esasında rahatını bozup da koltuğundan kalkmadan sonuç alabileceğini sanma gafletidir. Birçok insan, “beğen” ya da “paylaş” tuşuna basmayla sınırlı bir “eylemci” kimliği kazanmaya başladı. Hele bir de 8-10 cümle yazılırsa, koltuklarda daha da rahat gevşenebiliyor olmalıdır.

Elbette, sosyal medya bir gerçekliktir, “beğen” ya da “paylaş” tuşuna basmak da bir eylemdir, ayrıca kendi fikrini yazıp paylaşmak da önemlidir; zaten, eleştirimiz bu yöndeki davranışlar değil. Öyle yapmış olsaydık, sadece yaşadığı çağı anlayamayan bir ahmak olmaz, ama aynı zamanda günümüze özgü önemli bir mücadele alanını görmemiş, değerlendirmemiş olurduk.

Eleştirimiz, sosyal medyayı “her şey” olduğu bir zemine yerleştirip fetişleştirerek, sanal alemle gerçek yaşamın farkını unutanlara, el-ele göz-göze yürüyen gerçek insan ilişkilerinin politikadaki önemini atlayanlara, karar anında ve özellikle de çıkmazların-düğümlerin nasıl ve hangi yöne doğru aşılacağı momentlerde sokağın belirleyiciliğini anlayamayanlara, insan ilişkileri ve sokak eylemliliğinin yerine sosyal medyayı ikame edenleridir.

Üstelik sosyal medyada genellikle “biz bize ” ortamlarda yazışılmakta, doğal olarak benzer görüşlerde olanların arasında bulunulmaktadır. Hayırcıların birbirine propaganda yaparak “daha iyi-daha sağlam hayırcı” olmaya çalışmaları, referandumda “Hayır” oylarını arttırmaz. Faydası yok mudur, vardır; moral üretir ya da “Hayır” savunusu konusunda daha sağlam kanıtlar edinilebilir; ama, işte o kadar.

Çalışmanın sosyal medyadan taşması ve sokakta, işyerinde, kahvede, pazarda, okulda, parkta…vd. yoğunlaşması gerekir.

İkinci zaaf ise, ilkinde kısmen değindiğimiz ama ayrıca vurgulanması gereken bir çıkmaz alanda şekilleniyor. “Hayır”, bu ülkede doğal olarak %30-40 civarında bir oya zaten sahip; ama ne yazık ki, sadece sosyal medyaya sıkışarak değil, onun dışına taşarak yürütülen birçok çalışmada da, çoğunlukla söz konusu doğal alanın içine hapsolunuyor. Sadece bu alanın hassasiyetlerini kollayan, ona seslenip onunla kendini sınırlayan, dolayısıyla da kaybetmeyi baştan kabullenmiş bir tarz küçümsenmeyecek bir ağırlık taşıyor.

Oysa, %50 nin üstüne çıkmak gerekiyor ve iyi ki de öyle oluyor!

Belki de bu zorunluluk solda olan bütün politik güçlere kendi dar sınırlarını aşma; yani, kendine yakın ama farklı güçlerle uygun ortaklıklar kurup sürdürme, kendine uzak ama yine de daha geniş alanlarda ortaklaşabileceği güçlerin hassasiyetlerini anlama, ve özellikle de sağda konumlanan karşıt görüşlerin taraftarı halk kesimleriyle onları ikna edebilecek olgunlukta, rest çekip suçlayarak değil empati kurarak ilerleyen, soğukkanlı ve kapsayıcı tartışma yürütme kapasitesini kazandırabilir.

Şimdi sorun, bir yönüyle “Hayır” platformunu konsolide etme ve moralini yüksek tutma, diğer yönden de “Kararsızlar” alanını ikna edip “Hayır” alanına çekmek ve ikircikli ya da öylesine “Evet” taraftarlarını da kararsızlaştırmak ya da “Hayır” alanına çekmektir.

Yani, faaliyetin özü, “Hayır” alanını ulaşabileceği en geniş çeperlere dek genişletmek, “Evet” alanını da gidebileceği en dar alana doğru sıkıştırmaktır.

İki yönlü görevin ilk yönü “Hayır” alanının çekirdeğinde yoğunlaşmayı, onun içinde var olan farklılıklar arasında devrimci-komünist nüansın güç kazanması sağlamayı ve daha genelinde de alanın tümünün ayaklarını doğru bir zemine basarak yükselen doğru bir yapı kazanması için mücadele etmeyi gerektiriyor.

Diğer yön ise, “Hayır” alanının sınırlarında-çeperlerinde mevzilenmek, en geniş yığınlarla ilişkilenmek, o ilişkiler üzerinden çeperi sürekli daha genişletebilmek görevini dayatıyor. Ayrıca, “Hayır” alanının “Evet” alanına karşı moral üstünlüğü kazanması için çalışmak gerekiyor.

Çok açık ki, iki görevin yapısı oldukça farklı.

O yüzden de, farklı dille konuşmayı, farklı konuları gündemleştirmeyi ve farklı davranmayı talep edecektir. İşte, biraz zor da olsa, iki kılığa birden (aslında nüanslarıyla birlikte çok daha fazlasına) girebilmek, aynı anda birden fazla duruşu hayata geçirebilmek gerekiyor.

Ama, “politika yapmak” zaten böyle bir zenginliği talep etmez mi?

Solun alışkanlığı daha çok çekirdeğin dar alanında sıkışıp kalmak, dolayısıyla da hiçbir zaman ülke çapındaki politik arenada etkili olamamak değil mi?

Üstelik, bu “darlığın” baskısıyla, çekirdekteki söylemlerin de kısır ve renksiz bir kimliğe büründüğü ve ön açıp çıkış yaptırarak sıkışıklığı aşan bir yaratıcı kimlik kazanamadığı açık değil mi?

İşte, şayet hakkıyla yürütülebilirse, referandum çalışması kendi hedefine ulaşarak “Hayır” oylarını arttırırken, aynı zamanda solun içine hapsolduğu dar alandan çıkış yapabilmesi için ivme de verebilir.

Dipnotlar:

1- “Şeytanın doğru da söylediği olmaz mı bize? / Yalansız bir iki yemle avlayıp bizi/ Sürükler kalleşçe uçurumlara” (Macbeth, W. Shakespeare)

2- “Dünyayı aldatmak isteyen dünyanın rengine bürünecek / Bakışın, ellerin, dillerin gülsün; / Yüzünden lekesiz bir çiçek ol, / İçinden zehirli bir yılan.”(age,)

3- “Yıldızlar, kapayın gözlerinizi! Hiçbir ışık sızmasın / İçimdeki derin, karanlık isteklere.” (age,)

4- “Krallığı bol geliyor sırtına / Bir cücenin devden çaldığı kaftan gibi.”(age,)

5- “Sen de gel karanlık gece; / En kara cehennem dumanlarına sarın da gel, / Gel ki görmesin açacağı yarayı / Keskin hançerimin gözü bile. /Karanlık göklerden hiçbir ışık sızıp da / “Dur! Vurma!” diyemesin bana!

6- “Acı üstüne acı, kan üstüne kan, / Kayna kazanım kayna, yan ateşim yan.”(age,)