Çekinmeden, yüreklilikle ve ısrarla başkaldırmak – Meral ÇINAR

Ataerki, erkeğin kadın ve çocuklar üzerindeki hegemonyasının üretimi ve yeniden üretimi üzerine kurulu toplumsal bir sistemdir. Ataerki içerisinde toplumsal yapının ilerleyişi, bu hegemonyanın devamlılığının sağlanmasıyla mümkündür.

Bu minvalde kadınlar, erkekler ve çocuklar, üzerine düşen rolleri harfiyen yerine getirmelidir. Getirmediği takdirde toplumsal yapının devamlılığında ciddi problemler yaşanacaktır.

Birlikte ama yalnız

Bugün içerisinde yaşadığımız dünyada, Ataerki ve Kapitalizm, kendine özgü ve ayrık ilişkileri olan toplumsal sistemler olmalarının yanında; toplumsal yapıyı birlikte şekillendirdikleri bir durum da söz konusudur. Bu yüzden, Ataerkinin işleyişindeki herhangi bir işlevsel sorun, bir bütün olarak toplumsal yapıyı, söz konusu ikili ilişkinin (Ataerki ve Kapitalizm arasındaki “Patriyarkal Kapitalizm” olarak tarifleyebileceğimiz ilişkinin) kendisini ve ilişkinin karşı tarafını doğrudan etkileyebilir.

Örneğin, toplumsal yapının bir parçası olarak “Ailenin” temelinde yaşanacak olan, erkeğin kadın ve çocuk üzerinde kurduğu hegemonyayı sarsıcı bir değişim; birbiriyle ilişki halindeki toplumsal yapının diğer parçalarını ve hatta bu ikili sistemin bütününü doğrudan etkileyecektir.

Nasıl mı? Mesela kadının ikinci cins konumunun giderek aşınması, bugünkü üretim ilişkilerindeki kadınlara özgü “yardımcı işçi” pozisyonunu da değiştirecek bir durumdur. Kadınlar “esas işçi” olan erkekle eşit işe eşit ücret aldığında ve/veya ev içi yeniden üretim sürecindeki köleliği ortadan kalktığında, kapitalizmin “artı değer” üretiminin bir kolu işleyemeyecektir.

Ya da, aynı değişim üzerinden akan dolaşımlarla, kendisini aile içerisinde erkeğin kadın ve çocuklar üzerinde kurduğu hegemonya üzerinden meşrulaştıran/var eden devletin halk üzerindeki etkisi de ciddi bir kırılma yaşayacaktır.

Bu mantığa bağlı kalarak, bugün dünya üzerinde akarını bulamayan politik atmosferde, bahsettiğim ikili ilişki çerçevesinde kadın özgürlük mücadelesinin ne anlam ifade ettiğine dikkatlice bakmak gerekmektedir.

Zamanın ruh halini kadınlar belirliyor

Ataerki, özellikle yakın dönemdeki (elbette kadınların binlerce yıllık direnişlerini de arkasına alan) mücadelelerin sonucunda yer yer ciddi bir aşınmaya uğradı. Kadınlar, kazandıkları en temel insani haklarını bile ağır bedeller ödeyerek elde edebildiler. Zamanın ruh halinde toplumsal muhalefetin yer yer geri çekildiği ve toplumların sağ popülizme- ırkçılığa ve muhafazarkarlığa hapsedilmeye çalışıldığı bugün bile kadınların dünyanın dört bir yanında özgürlük arayışındaki ısrarcılığı devam ediyor.

Fakat küresel düzeyde yaşanan çok yönlü kriz dinamikleri, ataerkinin en gerici unsurlarını yeniden canlandırmakla kalmayıp, kadınların kazanımlarının yarattığı kastanyola etkisini de kırmaya çalışıyor.

Bu krizler (küresel düzeyde hegemonya, ekonomik ve ekolojik krizleri ve bunların yarattığı yerel düzeydeki alt kriz dinamikleri), adeta savaş meydanına dönüşen kadın bedeni ve kadın emeği üzerindeki tahakküm biçimlerinde somutlaşıyor. Patriyarkal tahakküm derinleştiği oranda sistem nefes alabiliyor, yenilenebiliyor. Bu yüzden de krizden çıkabilmek için en çok kadınların haklarına saldırıyor ve üstelik saldırılarını “ataerkinin ortaçağ gericiliği” düzlemine bile taşımaktan çekinmiyor.

Ortadoğu’da IŞİD ve her türden gericilik üzerinden kadın bedeni savaş meydanına dönüşürken, Avrupa’da kadın emeği üzerindeki baskılar, Latin Amerika ve Türkiye gibi coğrafyalarda erkek devlet şiddetinin kadın bedeni ve emeği üzerindeki tahribatı artıyor.

Kadınlar, saldırılar karşısında tüm dünyada sokakları yangın yerine çeviriyor, erkek ve erkek devlet şiddetine karşı öz savunmalarını kuşanıyor, çekinmeden yüreklilikle ve ısrarla sürdürdükleri mücadeleler sonucu önemli kazanımlar elde ediyor.

İşte 21. yy’da bir yandan feminizmin etkisi giderek artarken, öte yandan ataerkinin en vahşi yüzleriyle karşılaşmamız, bu dönemin kendine özgü kaotik ilerleyişi ile ilgili. Yani yeryüzünün kadınlar açısından şimdiden sonra nasıl ve ne yönde bir “düzene” gireceğinin savaşımı içerisindeyiz.

Bu ikili durumla, saldırıların ve direnişin aynı anda hızla yükselmesiyle nasıl baş edeceğimiz sorusunun cevabı yine kendi içerisinde gizlidir.

Kadınların özellikle 60’lı yıllardan beri verdikleri mücadeleler sonucu kazanılmış –ama tamamlanmamış- haklarının bugün kısmen gerilemesinin en büyük sebeplerinden biri, dünya kapitalizminin içerisinde bulunduğu kriz dinamikleridir. Böylesi doğrudan bir etkilenme, Kapitalizm ve Ataerki arasındaki ikili ilişkinin bir sonucudur.

İşte, tam da bu yüzdendir ki, böyle zamanlarda kadınların özgürlük mücadelesinde kazandıkları en ufak bir adım bile oldukça önemlidir.

Ataerkil sistemin uğrayacağı her aşınma, kapitalizmin kriz dinamiklerini daha da derinleştirecek ve toplumsal mücadelelerin, özellikle de sınıf mücadelesinin önünü hızla açacaktır. Ve yine tam da bu yüzden, söz konusu mücadele dinamikleri arasında, sınıf mücadelesi ve kadın kurtuluş hareketi arasında, birbirini besleyen bir ilişki olmalıdır.

Kerametimiz kendinden mi menkul

Peki, bu durum bugünün devrimci-demokratik örgütlenmeleri içerisinde ne kadar anlaşılmaktadır?

Sözgelimi, kadın hareketleri dışındaki herhangi bir karma devrimci hareket içerisinde, İzlanda’da yasalaştırılan ve uygulamaya koyulan “eşit işe eşit ücret” kazanımı gündem edilmiş midir?

Bu kazanımın kapitalizme verdiği/verebileceği zararlar üzerinde burjuva ekonomistleri kadar bile durulmuş mudur?

İzlanda’da “eşit işe eşit ücret”; 200 bin nüfuslu ülkede 1975’den bugüne bu talep etrafında 20 bin kadının katıldığı grevlerin örgütlenmesi, yüzlerce eylemin gerçekleştirilmesi ve mücadele de ısrar edilmesi ile kazanılmış bir haktır.

33 yıl süren ısrardan ve cüretten çıkarılacak hiç mi ders yoktur?

Ya da başka bir açıdan, “#MeToo (Ben de)” hareketinin geldiği konum itibariyle sadece eleştirilmesi ve fakat kimsenin ortaya çıkan tacizin ve tecavüzün boyutlarını konuşmuyor olması bir tesadüf müdür?

Yıllarca susmuş binlerce kadının başından geçenleri alışıldığı üzere utanıp saklamak bir yana yüksek sesle ve birbirleriyle dayanışarak anlatabiliyor olması, bu seslerin/çığlıkların dünya çapında ses getirmesi ve yaygınlaşması, üzerine konuşmaya değer bir pratik değil midir?

Her kitlesel hareketin içerisinde illa ki yaşanacak teorik ayrışmaların tartışmaya açılmasından, elbette hareketin evrildiği yön itibariyle dikkat edilmesi gereken bu konulardan, daha mı az önemlidir?

Üstelik tam da bu kampanyalar sonucunda geçmişte “güç sahibi ve hatta dokunulamaz” görülen birçok erkek, kendileri hakkındaki iddiaları kabul etmek, özür dilemek ve hatta ellerindeki görevleri bırakmak zorunda kalmışken… Bu kişiler arasında oyuncular, siyasetçiler, gazeteciler ve hatta hükümet üyeleri de varken, böyle eleştirilerin yükselmesi “bazı eleştiriler doğru olsa bile” başka bir açıdan “erkeklik” savunma mekanizmalarının harekete geçtiği gerçekliğini göstermez mi?

Söz konusu olan işçi sınıfı ve diğer toplumsal muhalefet dinamikleri olduğunda bükülmekten kırılan çubuklarımız, sıra kadınlara geldiğinde neden çelikten bir hal alıyor? Neden ilk tartışılan, “hareketin sistem tarafından içerilmeye çalışıldığı, sistem içi taleplerin öne çıktığı, kadın erkek arasındaki ilişkileri öldürücü radikal bir boyut aldığı” oluyor?

Görmesek de, duymasak da…

“Bir şeyi gördükten hemen sonra, aynı zamanda kendimizin görülebileceğini de fark ederiz. (…)  Görüşün iki yanlılığı konuşmaların iki yanlılığından daha baskındır.” Berger, Görme Biçimleri

Hadi gözlerinizin içine bakarak, açık ve dosdoğru konuşalım.

Ey erkekler! Sizin alışkanlıklarınız, tabularınız ve inandıklarınızın görmenizi engellediği durumun dil aracılığıyla kelimelere dökülüşü tam olarak şudur: Kadınlar köleniz, hizmetçiniz, yardımcınız, eşiniz, sevgiliniz vb. olarak var olmaktan vazgeçti ya da vazgeçiyor!

Asıl soru ise şu: Sizler efendi, baba, koca, abi, sevgili olmaktan vazgeçmeye hazır mısınız? Hazırsanız yükselen kadın özgürlük mücadelesini görebilir, ayrıcalıklarınızdan vazgeçerek destekleyebilir, bunun size kazandıracağı özgürlüğü ve sevinci hissedebilirsiniz.

Son iki yıldır bütün dünyada gerçekleşen irili ufaklı ayaklanmalarla birlikte kapılar ardında fısır fısır konuşulandan, ne kadar çok konuşulursa yayılıp çoğalmasından o kadar korkulandan, değişimi hissedilen ama yüzleşilemeyenden… Kadınların dünyanın dört bir yanına yayılan çığlıklarından ve bu çığlıkların yarattığı çığlar altında ezilen ve daha da ezilecek olandan, hepinizin son hücrenize dek içinizde olan “egemen erkeklikten” bahsediyorum.

Duyuyor musunuz?