Yerel seçimler ve sonrası – Oğuzhan Kayserilioğlu

Halkın gücü despotun dengesini bozdu.

O, evet, 2010 referandumundan itibaren sürekli güç kazanıyordu. 2016’da yapmayı başardığı Anayasa değişikliği ve hileyle de olsa kazandığı 24 Haziran seçimi ise, isteyip fiilen de uyguladığı yetkilerin çoğuna ulaşmasıyla sonuçlanmıştı.

O, her seferinde bir biçimde “Atı alıp Üsküdar’ı” geçiyordu.

Eski rejim çöpe atılmış, yerine oligarşik ve totaliter nitelikleri daha da koyulaştırılmış ve zirvesine eskinin ordu kurumu yerine günümüzün despotunun yerleştiği yeni bir rejim inşa edilmeye başlamıştı. Her türlü yasal denetimden muaf tutulan despot, ülkeyi çiftliğiymiş gibi keyfince yönetiyordu.

Ama, aynı zamanda, ilk bakışta görülmese de, sürekli sorun yaratarak huzursuzluk veren başka bir gerçeklik daha vardı.

Kürt hareketinin “Barış süreci” dönemindeki tutumu ve şovenizmin azalan etkisinin oluşturduğu özel ortamda aniden patlayan Gezi ayaklanması, despotun kapasite ve güç yetmezliğini yaratıp açığa çıkartmıştı.

Halkın yarısı despotu reddediyor ve bu durum yüksek gerilimle yüklü bir toplumsal meşruiyet sorunu yaratıyordu. Üstelik, despot, etrafını saran kaotik ortamı yönetmekte ve sürekli güç kazanarak kendisini zorlayan gerilimlerle baş etmekte yetersizlik gösteriyor, sorunları çözemeyip erteliyordu. Biriken sorunların yarattığı açıklar ve zaaflar da, hileler ve komplolarla, yetmediği zaman devlet şiddetini sürekli artan oranda kullanarak kapatılmaya çalışılıyordu.

Hile, komplo ve şiddet ise, ilk anda bir nefes aldırsa da, son tahlilde çözüm olmuyor, olamıyordu. Meşruiyet sorunu, üstü ne kadar örtülürse o kadar ağırlaşıyor ve oluşturduğu dip dalgalarıyla Saray’ın zeminini sarsıyordu. Çözülemeyen sorunlar da biriktikçe Saray’ı dibe çeken bir özel güç alanı oluşturuyordu.

Despotun, ırkçı şovenizm ve Erdoğanist İslam’ın iç içe geçmesiyle oluşan özel “asabiyet” alanında, yani yeni rejimin “ruhunda” çözülüp seyrelme başlamıştı.

Sürekli derinleştirilen neoliberal soygun politikaları, oluşturduğu yoksullukla halkın meşru tepkilerini körüklüyor, kışkırtılan erkek zorbalığı kadın isyanını tetikliyor, ırkçı şovenizm despotun Kürt halkı içindeki etki alanını zayıflatıyor, Erdoğanist İslam’ın kışkırttığı katliam tehlikesine karşı Alevi inancına sahip olan milyonlarca yurttaşta direnme eğilimi güçleniyordu.

Üstelik, bu zorlamalar, ağır bir ekonomik kriz ve bölge politikalarındaki tıkanma koşullarında yaşanıyordu.

15 Temmuz darbe girişimi ise, yarattığı devlet kriziyle, bir yandan despotun devleti ele geçirmesini kolaylaştırırken, daha derin bir zeminde, olup biten bütün gelişmelerin üstünde hayat bulduğu devleti zayıflatıyor, ağır bir “beka” sorunu oluşuyordu.

15 Temmuz öncesinde eski ortağı Cemaat’i kaybeden despot, bir kısmı yeminli düşmanı olan güçlerle ittifak yaparak iktidar alanını paylaşmak zorunda kalmıştı.

Evet, “Atı alıp Üsküdar’ı geçen” despot, aynı zamanda, kapasite yetmezliği ve güç eksikliği yaşıyordu. O, ileriye doğru attığı her adımda, evet ilerliyordu; ama aynı zamanda, iktidarın etrafını saran gerilim eksenlerine sürekli yenileri ekleniyor ve üstelik onların güçleri ve dolayısıyla “boğma” kapasiteleri artıyordu.

Yerel seçimlerden sonra

31 Mart seçimleri, zıt süreçleri barındıran ülkedeki kaotik ortamın güncelliğinde yeni bir durum oluşturdu.

O, her şeyi kontrolüne almak isterken ve kısmen başarılı da olurken, zaten Gezi’den beri sürüp gelen güçsüzleşme süreci 31 Mart sonrasında daha da netleşti ve herkesçe görünür hale geldiği bir güce ulaştı.

Hatta, öyle oluyor ki, ilk geceki nispeten normal görülebilecek değerlendirmesine rağmen, 1 Nisan’dan itibaren yapıp ettikleriyle, yenilgisini bizzat despotun kendisi derinleştiriyor. Tutumunu netleştiremediği, gelgitler yaşadığı, gönlü seçimlerin iptalinden yana olsa da bu tutumun üreteceği olağanüstü ağır ek gerilimleri kaldırıp kaldıramayacağını tarttığı anlaşılıyor.

17 yıldır bir biçimde iktidarda olmanın verdiği kendine güven hatta şımarıklıkla bir anda yolun sonunu görüvermenin yarattığı korku hatta panik iç içe geçince, despotun yapıp ettikleri, kendi destekçilerinin “asabiyetini” çözerken karşıtlarını-muhalif güçleri konsolide edip güçlendiriyor.

O, şimdi bir yol ayrımında; ya verdiği oya sahip çıkan halkla savaşacağı intiharvari bir yola çıkacak ya da kaybettiğini kabullenip geri çekilecek ve geri çekildiği alanda yeniden inisiyatif kazanmaya çalışacak.

Ancak, artık çözüm gücüne sahip olmadığı ve güçsüzleştiği herkes tarafından görülüyor. Daha fazla hile, daha çok komplo ve daha yoğun devlet şiddetiyle yol almaya çalışacak.

O, artık bir Amok koşucusu!

Gezi’den itibaren yaşanan ve 7 Haziran seçimleri sonrasında güç kazanan iktidar alanının çeteleşme süreci 31 Mart öncesi ve sonrasında artık herkesçe görünür hale geldi, meşruiyet eksikliğinden gayrimeşruluğa doğru savruluyorlar.

Saray’ın ittifak güçleri

Erdoğan’ın ittifak güçleri olan “devlet fraksiyonları” içinden Bahçeli-Ağar kanadı, henüz hangi amaçla yaptıkları anlaşılamayan bir tutumla ‘seçimlerin iptali’ ve dolayısıyla devlet şiddetini kullanma yönünde kışkırtma içindeler. Ancak, Erdoğan öylesi bir “kaos yaratma” politikasını uygularsa ne kadar arkasında duracakları belli değil. Avrasyacı “askeri” kanat ise, henüz net bir tutum açıklamadı.

Her iki devlet fraksiyonu da, olayların akışına göre bir anda arkasından çekilerek Erdoğan’ı boşlukta bırakabilir.

İktidarın “zorunlu” ortağı sermaye güçleri ise, tam da şimdi özel bir fırsat yakaladıklarını düşünerek kendi ‘restorasyon’ projelerini hayata geçirmeye çalışıyorlar.

Restorasyon, aslında bakılırsa, şimdi kurucusu Erdoğan tarafından riske sokulan yeni rejimi, sivriliklerinden arındırarak ve eski rejimin kimi yönelimleriyle harmanlayıp güçlendirerek ayağa kaldırma anlamına geliyor.

Kâr oranlarını arttırmak isteyen sermaye, halkın hiçbir ağırlığının kalmadığı ve bütün yetkilerin özel yetkilerle donatılmış bir başkanda toplandığı yeni rejimi kendi çıkarları yönünde yapacağı kimi düzenlemelerle sürdürmek istiyor.

Erdoğan’ın “Şeflik” ya da aslında “Halifelik” iddiası tasfiye edilecek, sermayenin kontrolü dışındaki “keyfi” ve “yanlış” politikaları sermayenin çıkarlarıyla uyumlu olacak yenileriyle değiştirilecek, Erdoğanist İslam’ın despotik laiklikle harmanlandığı ucube bir “asabiyet” geliştirilerek yeni rejimin toplumsal meşruiyet eksikliği giderilecektir. Irkçı şovenizm daha “akıllıca”, neoliberal soygun daha da güçlendirilerek devam ettirilecektir.

İşte, restorasyon, Erdoğan’ın öncülüğünde kurulan yeni rejimin “pürüzlerinden” arındırılarak ve eksik olan toplumsal meşruiyete kavuşturularak sürdürülmesidir. Sermaye güçleri, doğrudan kendi kontrollerine aldıkları bir “Başkan” eliyle mutlak iktidara kavuşmak istiyor.

Sonuçta, Erdoğan, devlet fraksiyonları ve sermaye güçlerinin “Kutsal İttifak” alanı zorlanıyor. Ortaklaşmaya zorla sürülenmiş olsalar da aslında hepsinin farklı “asabiyet” taşıdıkları bilinen bu güçler, şimdi birbirlerini 31 Mart sonrası koşullarda yeniden tartıyor. Bu güçler, sisteme ve yeni rejime zarar vermeden “İttifak” alanında kendilerinin inisiyatiflerini arttıracakları yeni dengeler kurma arayışı içindeler.

Sermaye, restorasyon üzerinden, kendi hegemonyasının üste çıktığı bir yeni denge kurmak istiyor.

Halkın gücü

Gezi’de patlayarak kendisini gösteren halkın gücü, Kürt halkının özgürlük arayışı ile fiilen kaynaştığı 7 Haziran seçimlerindeki tutumunu 31 Mart seçimlerinde de sürdürdü.

Devlet terörü düzeyine sıçrayan baskılar, komplolar ve hileler, halkın kendi acil ihtiyaçlarını karşılama ve özgürleşme yönündeki arayışını durduramadı.

Tam tersine, bu arayış sürdükçe tarihsel sonuçlar yaratabilecek özel bir toplumsal özneleşme olgusunu yaratıyor. Bu özne, halkçı ve demokratik bir nitelikle yüklü, hareket ettikçe, engelleri aşıp yaşar kaldıkça, kendi mücadelesiyle kendisini belirleyip-yaratıyor ve güçlendiriyor.

31 Mart sonrasında, halkçı-demokratik toplumsal hareketin zaaflarını aşarak güçlenme olasılığını besleyen bir ortam oluştu. Mücadele eden güçlerin sadece güncel ve acil ihtiyaçlarını görmesi ve birbirinden habersiz bir dağınıklık içinde olmaları hareketin zaafları. Yerel seçim sürecinde yaşananlar, çıkarların ortaklığını ve politik gerçeklerin önemini göstererek zaafların giderilmesi yönünde destek verdi.

Sosyalist özne

En büyük zaaf ise, halkçı-demokratik arayışı kapsayıp özneleşmesine yardımcı olacak ve önünü açacak bir sosyalist öznenin yokluğu!

Sosyalist öznenin yokluğu, Kürt halkının özgürlük arayışını temsil eden HDP’yi öne çıkarıyor. Nitekim, HDP, seçimlerdeki olgun, kapsayıcı ve kurnaz hamlesiyle CHP’nin etkisindeki Alevilerde ve diğer laik-demokratlarda kendisine doğru kopuşların önünü açıp, kolaylaştırdı.

Ancak, HDP’yi halkçı-demokratik bir dönüşüm sürecinde stratejik ortak olarak görse de ondan ayrı ve sosyalist-devrimci netlikle kendisini kuracak meşru-kitlesel bir siyasal öznenin yokluğu, halk hareketinin ulaşabileceği kitlesel kapasiteyi daraltıyor ve niteliği zayıflatıyor. Bu zaaf, bir yandan Kürt halkının özgürlük arayışından ürken ve “ulusalcı” eğilimler taşıyan pseudo-uyduruk “sosyalist” siyasal yapıların önünü açarken, daha da önemlisi, CHP’nin yerel seçimlerdeki kazanımlarına dayanarak neredeyse kaybettiği hegemonyasını tazeleyebileceği bir ortam yaratıyor.

Her durumda, şimdi, egemenlerin iktidar alanında işlerinin zorlaştığı günümüz koşullarında, halkın bütün kesimlerinin acil ihtiyaçlarıyla bütünleşmek, halkın farklı kesimlerinin farklı arayışlarının dilini keşfetmek ve özgün örgüt-mücadele biçimlerini yaratmak gerekiyor.

Öte yandan, halkın mücadelesinin bütün kazanımlarının güvencesi olacak bir demokratik anayasayı ve bu anayasanın omurgasını oluşturacağı demokratik bir cumhuriyet hedefini halkın mücadelesiyle ortaklaştıracak bir mücadele günümüzde daha da önem kazandı.

Şayet siyasal özneler olağanüstü bir yakıcılıkla kendisini dayatan, ortaklaşarak toplumsal bir özgürleşme arayışındaki halka siyasal seçenek yaratma ve arayışları uygun hedefe-hedeflere yönlendirme görevini yerine getirme basiretini gösteremiyorsa, toplumsal güçlerin ihtiyaçları ve arzuları doğrultusunda yaptıkları mücadelelerin ortaklaşmasının başka biçimlerini bulmak gerekiyor.