Enfekte Olmuş Düzen, Savrulmalar ve Olasılıklar

Salgın öncesi dünya geneline yayılmış ayaklanmalara tanık olmuştuk. Şili’den Irak’a, Lübnan’dan Ekvador’a, İran’dan Endonezya’ya dünya geneline yayılan isyanların temel dinamiklerini hatırlayalım. İşçiler, yoksullar, yerli halklar, kadınlar, doğa savunucuları…

Kapitalist yağma düzenine karşı bir isyan dalgası başlatmış olan 1999 Seattle, 2001 Cenova ve 2000’lerin başındaki Latin Amerika isyanlarıyla açılan 21.yy isyan dalgasına birinci isyan dalgası; 2008 krizi sonrası Yunanistan, Mısır, Tunus gibi ülkelerde yükselen dalgaya ikinci isyan dalgası; 2018 sonunda Fransa’daki Sarı Yelekliler ile 2019’la birlikte Şili, Ekvador, Irak, Sudan, Lübnan, Endonezya gibi ülkelerde ortaya çıkan isyanlara da üçüncü isyan dalgası diyebiliriz. Şüphesiz ki isyanların içerikleri heterojen bir dağılım gösteriyor. Ama hemen hemen tümünde kapitalist düzenin saldırılarına, bir karşı koyma içeriği barındırıyordu.

Kapitalist dünyanın sömürü, tahribat ve yıkım üreten doğasına karşı isyanlar devam ederken küresel çapta büyük tehdit yaratan salgın baş gösterdi. Küresel düzeyde yayılım gösteren virüs, insanlık üzerinde büyük bir tehdit yaratsa da, bir başka durumu da açığa çıkardı. Kapitalist yağmanın gerçek yüzü, çok geniş kitlelerce tanınmaya başlandı.

Ekolojik krizin ciddiyetinin yanı sıra, neoliberal düzenin birikim biçimi, birikiminin milyarlarca insanın yaşamı üzerindeki etkileri/sonuçları hızla teşhir olmaya başladı.

Virüsün Sınıfsallığı

Devletlerin bu krize ilk müdahalesi, kimi kurtarmaya çalıştıklarını tüm çıplaklığıyla ortaya koydu.

“Kapitalist çarkların dönmesi ve meta dolaşımı garanti altında olsun da, varsın dünya çapında üç beş milyon kişi ölsün” stratejisi kapitalist devletin sınıfsal doğasını tüm çıplaklığıyla açığa çıkardı. Ve bir zamanların kazanımı olan kamusal sağlık hakkının yok edilmesinin toplumsal boyutta ne gibi yıkımlara yol açacağı ilk kez bu denli kitlesel boyutta teşhir oldu. Virüsün yayılımının ancak sosyal izolasyonla engelleneceği açıkken, milyonlarca işçi her gün işe gitmeye zorlanıyor, salgını taşıma ve yakınlarına bulaştırma riskiyle karşı karşıya kalıyor.

Üstelik güvencesiz, esnek çalışmanın yerleşikliği ve hakların yıllara yayılan tırpanlanmışlığı da virüsün ölümcüllüğüyle birleşiyor. Milyonlarca işçi işlerine bir gün bile ara veremeyecek düzeyde bir çalışma çarkının içerisinde. İşlerini bırakma lüksleri yok, gıda, fatura, kira gibi zorunlu giderlerini karşılayabilmek için çalışmak zorundalar. Bunu fırsat bilen patronlar işçilere, ya zorla çalışma ya da ücretsiz zorunlu izni dayatıyorlar.

Bu konuda sendikaların içerisinde bulundukları acınası durum da devreye giriyor. Kendiliğinden gelişen işçi eylemleri kaderine terk edilirken, DİSK “sosyal diyalog” çağrısı yapıyor, Türk İş ise patronlara işçi çıkarmamaları için “lütfen” çağrısı yapıyor.

Elbette ki, tek başına “evde kal” egemen söyleminin kendisi, kitleleri pasifist bir anlayışın arkasına yedekleme tehdidi yaratıyor. Ama öte yandan toplumsal sağlık da risk altında. “Evde kal”ın karşısına “sokağa çık” çağrısı yapmak da bir diğer uca savrulmayı beraberinde getiriyor. Oysa bu iki uca savrulmadan gitmek mümkün değil mi?

“Evde Kal” çağrısı özellikle kimi durumlarda gerekli olmakla birlikte, tek başına ortama egemen olduğu sürece, egemenlerin yarattığı atmosferin belirleyici olmasına neden oluyor. Toplum sağlığını tehdit eden bu virüs karşısında çok yönlü ve kapitalizmi hedef alan bir çalışma yürütme temel ihtiyaçtır.

Virüs, işçilerin artı değerlerine el koyan kapitalistlerin fırsatçılıklarının netçe ortaya çıkmasını sağladı.

Virüs, devletin gerçek doğasının teşhirini sağladı.

Virüs, olası bir krizde iktidarların ilk olarak kimi kurtaracaklarının görülmesini sağladı.

Enfekte Olmuş Düzen

Başta gerçeklik karşısında afallayan ve ne yapacağı konusunda tereddüde düşen AKP/MHP iktidarı, daha sonra kriz karşısında bilindik tutumunu geliştirdi. Despotik geleneklerini virüsün yıkıcılığına uyarladılar.

Karşısına çıkan her krizi azar azar öteleyerek yol almaya çalışma stratejisi burada da devreye girdi. “Üç beş bin “ihtiyar” ölecekse ölsün”dü, “önemli olan devlete zeval gelmesin”di.

Bu çerçevede sürü bağışıklığını daha örtük bir şekilde kabul ettikleri açık olan “virüs paketi”ni devreye soktular. Neredeyse tamamı kapitalist çarkların dönmesini garanti altına almak amacında olan paket; toplumda, özellikle alt sınıflarda büyük tepki yarattı.

Buna eş zamanlı olarak virüsün yayılmasının toplumsal alanda yaratacağı yüksek paniğin dönüp iktidarı vurması olası.

Bunu çok iyi bildiklerinden verilerin paylaşımını son derece sınırlı bir şekilde yapıyorlar. Üstelik test sayılarını gitgide düşürmek gibi akla ziyan yöntemlerle sayıları sınırlı tutmayı deniyorlar. Az test yapılınca az vaka saptanıyor! Hiç test yapmasalar virüsü hiç tespit etmeyecekler, bu neden akıllarına gelmemiş acaba?

Yapılan müdahalelerin hiçbir tutar yanı yok. 65 yaş üstüne getirilen sokağa çıkma yasağı, yaşlıları taşıyıcı vektör olarak damgalamaya ve yaşlı nefretinin körüklenmesine yol açıyor. Oysaki toplumdaki herkes taşıyıcı olabilir ve herkes işe gitmek-gelmek zorundaysa, bu gidiş gelişler sonucunda yaşlılarla temas etmek zorundaysa yasak kimi nasıl koruyacak?

Bu saçma önlem bile iktidarın içerisinde bulunduğu açmazı gösteriyor. Hepten sokağa çıkma yasağı demek, krizdeki ekonominin çarklarının durması demek. Ama salgının hızla yayılması ve sağlık altyapısının bu hıza cevap verecek düzeyde olmaması da başka bir toplumsal kriz demek. İktidar bu ikili sıkıştırmayı hissettiği için elindeki olanakları kullanacaktır. Virüsün yayılma düzeyini gizlemek, ölüm sayılarını gizlemek, toplumdaki tepkiye karşı polisiye tedbirler almak gibi yolları izliyorlar.

Bir yandan da fırsattan istifade ederek iktidarlarını sürdürmek için birtakım denemelerde bulunmayı ihmal etmiyorlar.

HDP’li belediyelere kayyum atamalarını hızlandırıyorlar, cumhurbaşkanına yeni yetkiler veriyorlar, muhalefete darbe indirerek iktidarı biraz daha sürdürmenin hesaplarını yapıyorlar.

Sınıfsal Taleplerin Önemi

Sistem tüm çıplaklığıyla ortalığa dökülmüşken, bu yeni sürecin yarattığı belirsizlik ve panik solu iki farklı uca itebiliyor.

Yeni bir gerçeklikle karşı karşıyayız ve bu kavranmadığı zaman doğru konum alınamıyor.

Bazı eğilimler yeni durumu tamamen reddederek temeli olmayan bir ajitasyona başvuruyor ve sokağa çıkma çağrısı yapıyor. Diğer bir eğilim ise kendini koruma refleksiyle hareket ederek egemen söylemlere hapsoluyor.

Her iki eğilim de dolaylı ya da doğrudan iktidarın hesaplarına hizmet ediyor. Paniğe kapılmak ya da boş bir ajitasyona savrulmak bizi kurtarmaz. Aksine buradan egemenler kârlı çıkarlar.

Kontrollü, toplumun sağlığını gözeten ve altı dolu bir eylem kurgusu bu dönemin belirleyici yönelimi olacaktır. Salt sokak karşıtlığı ya da salt korunma karşıtlığı mahkum edilmelidir. 

Şimdi ücretli izin talebi, genel gev çağrısı, emekçilerin iş güvenliği talebi, herkese ücretsiz sağlık, herkese barınma hakkı, borçların silinmesi, faturaların ödenmemesi gibi talepleri yükseltmek, buna eş zamanlı olarak da paniğe sürüklenmekte olan toplumun ancak örgütlü bir güçle bu kara günleri atlatabileceğinin propagandasını yapmak gerekiyor. Egemen söylemlere yedeklenmeden, paniğe düşmeden, salgını da ciddiye alarak yol yürümeliyiz.

Düzen enfekte olmuş, kapitalizm çözülüyor. Ama bu halde de yaşamanın yollarını arıyor. Diğer yandan salgın çok büyük kitleleri doğrudan düzenle karşı karşıya getiriyor. Kapitalizmin doğası teşhir oluyor. Sosyalizmin yıldızının parlayacağı bir dönem açılıyor.