102 Yıl Sonra

TKP bayrağı 102 yıl önce 10 Eylül’de Mustafa Suphi’nin temsil ettiği bir öncü ekip tarafından kaldırıldı.

TÖP, umutla, inançla, bilinçle ama o dönemin zorlu koşullarında en çok da cüretle kaldırılan TKP bayrağının altında durmaktan, onu omuzlamaktan ve onu savaştırmaktan onur duyuyor. Kökümüzdür, oradan geliyoruz, ona layık olmaya çalışıyoruz.

Partimiz, bu bayrağın devamlılığı ve daha yükseğe kaldırılmasının iradesini taşıyor.

***

Mustafa Suphi ve arkadaşları, işçi sınıfının burjuvaziye karşı dünya çapındaki mücadelesinin tarihsel zirve dönemlerinden birisinde, 20. yüzyılın başında, sınıf savaşının en çok yoğunlaştığı Avrupa’da bulunan bir grup Osmanlı aydın-gencin Marksizm’le ilişkilenmesini temsil ediyor.

Çöken Osmanlı’yı kurtarmaya ya da dönüştürmeye çalışan ama onun düşünme ve davranma tutumlarını aşamayan İttihatçı gelenek, kendisiyle çelişse de bir yandan da kapitalizmin Avrupa’da yarattığı muazzam gelişmeden etkilenip, eğitim amaçlı gönderdiği gençlerle yaşanan dönüşümleri anlama-uygun gördüğünü kendisine katma arayışındaydı. Bu gençlerin bir kısmı istenileni yapıp çöken Osmanlı’nın yerine kurulan TC’nin kapitalist bir ulus devlet olarak inşasına katkıda bulundu. Ama Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve arkadaşları tam tersi bir tutumla, Avrupa’da tanıştıkları işçi sınıfının iradesi ve dünya görüşü Marksizm’e yöneldiler. Bilinçlerinde yer tutan İttihatçı çarpık burjuva modernleşme arzusuyla gittikleri Avrupa’da tanıştıkları işçi sınıfının yoluna saptılar.

Aynı gençler, o dönemde yaşanan Sovyet devriminin bütün dünyayı sarsan çekim gücüne kapılıp Sovyet ülkesine yöneldiler. İşte TKP’mizin kuruluşunun ilk adımı bu yönelişin ürünüdür. Arayış 10 Eylül 1920’de kaldırılan TKP bayrağıyla sonuçlandı.

Elbette, söz konusu olan bir grup gencin serüveniyle sınırlı değil, o sürecin sadece bir yönüdür. Bizzat Avrupa’da görüp yaşadıkları işçi ayaklanmaları, Sovyet Devrimi ve gittikleri Sovyet ülkesinde yaşadıkları sürecin gerçek-maddi zeminidir ve bu gençlerin düşünce ve davranışlarındaki olağanüstü dönüşümü belirlemiştir.

Aynı zeminin yerel yüzü, Osmanlı’da zayıf da olsa yaşanan kapitalist gelişmedir. Çöken Osmanlı’nın yapısı kapitalist gelişmenin önünde engel oluyordu. Burjuva güçler, İttihatçılık ve başka yollarla bir çıkış arar ve nihayet Mustafa Kemal öncülüğünde burjuva ulus devletini kurmayı başarırken, aynı kapitalist gelişmeyi emeğiyle var eden işçi sınıfı da, kendi haklarının peşine düşüyor, deneye yoklaya yolunu bulmaya çalışıyordu. Zayıflık ve acemilik bu arayışına damgasını vursa da -zaten hep öyle olmaz mı- ilk adımlar hep öyle atılmaz mı? Hatta, burjuva iradesi, İttihatçı irade alanındaki etkisi üzerinden bir kısmı halen loncalarda sıkıştırılan işçilerin tepkileri ve hak arayışlarını, çöken Osmanlı’ya dayattıkları kendi iradelerinin hizmetine sokmaya çalışıyordu. Ama aynı zamanda, modern fabrikalarda çalışan işçilerin direnişleri de yaşanıyordu ve buradan işçi sınıfının iradesinin oluşması yönünde ilk adımlar atılıyordu.

Mustafa Suphi’lerin komünizme yöneliminin yerel zemini, Osmanlı coğrafyasında kendisini güçlendirmeye çalışan kapitalist ilişkiler ve bu ilişkilerin kaçınılmaz sonucu olarak çıkıp gelen sınıf mücadelesiydi.

Başka ülkelerde uzun on yıllar alan kapitalist gelişmeyle komünist iradenin oluşması arasındaki dönemin Osmanlı coğrafyasında son derece kısa bir zaman aralığında yaşanmasını, Sovyet devriminin dünya işçilerinde ve aydınlarda yarattığı moral gücüne bağlayabiliriz. Avrupa başta olmak üzere dünya çapında yaşanan sınıf savaşındaki canlılık ve bu canlılığın ülkeden ülkeye hızla yayılmasını sağlayan teknik gelişmeler de aynı hızlı gelişmenin başka bir itici gücüdür.

***

Ancak, 10 Eylül, bir kongre ve programla komünist partisi isminin açıklanması gerçekliği üzerinden parti kuruluşunu simgeleyen bir tarih olarak kabul edilebilir olsa da TKP’nin kuruluşu sırf bu hamleye sıkıştırılamaz. Kuruluş, birbirinden kopuk hamlelerle gerçekleşen bir süreç içinde yaşanmıştır.

Tıpkı Mustafa Suphi gibi Avrupa’ya giden Osmanlı gençlerinden birisi olan Şefik Hüsnü ve onun öncülüğünde gerçekleşen İstanbul odaklı girişimler de kuruluş sürecinin içinde yer alır. Hatta bu eğilim daha sonra, diğer eğilimleri de kapsayıp içine alarak TKP’nin hâkim eğilimi haline gelmiş, kuruluş sürecinin bitiren 1925 Beşiktaş-Akaretler ve 1926 Viyana kongrelerinin örgütlenmesine öncülük etmiştir. İstanbul odaklı eğilim, hızla kapatılan yasal TİÇSF-1919 (Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası) ve Aydınlık dergisi üzerinden kendisini ifade etmiştir. Yasal her türlü girişim bastırılınca kuruluş süreci illegal parti biçimine evrilerek son bulmuştur.

Keza, Ankara’da Mustafa Kemal’in öncülüğünde kurulan mecliste yer alan, hatta bir ara mecliste yapılan oylamayla İç İşleri Bakanı seçtirebilecek etki alanına ulaşan Halk İştirakiyyun Fırkası da TKP’nin kuruluş sürecinin momentlerinden birisidir. İşçi sınıfını değil “halkı” öne çıkarıyor olsa da komünizan eğilimleri güçlü bir şekilde barındıran bu yasal parti, emperyalist işgal girişimine karşı verilen mücadelede yer alıp yeni cumhuriyetin kuruluşunda inisiyatif kazanmaya çalışmış, ama Mustafa Kemal öncülüğünde yürütülen gizli komplolar ve politik hamlelerle tasfiye edilmiştir. Bu fırkada/partide yer alan güçlerden ayakta kalanlar TKP’nin 1925-1926 kongrelerinde yer almıştır.

Netice olarak, Bakü’de 10 Eylül’de kalkan kızıl bayrağımızı bir simgesel kuruluş hamlesi olarak görürsek, kuruluş süreci M. Kemal önderliğindeki burjuva inisiyatifinin ağır baskı koşullarında inişli çıkışlı bir yapıda ilerlemiş, her durumda kendisini sürmeyi başarmış, 1926’da Şefik Hüsnü’nün öncülüğünde toplanan Viyana kongresiyle sonuçlanmıştır.

***

Mustafa Suphi öncülüğündeki ilk hamle Kemalist burjuva önderliği tarafından 28-29 Ocak 1921 tarihinde düzenlenen katliamla durduruldu. Emperyalizme karşı yürütülen mücadelede işçi sınıfı adına yer almak için ülkeye giren yoldaşlarımız, daha sonra birçok kez tekrar edileceği gibi, sözüm ona kontrol dışında olan “şunlar bunlar” ya da “meczuplar” (şimdi de olduğu gibi) kullanılarak öldürüldü.

Burjuva önderliği böyle davranarak kendi yapısını ve kaderini de belirlemiş oldu: Halk güçlerinin hiçbir inisiyatifini kabullenmeyen despotik bir cumhuriyet! Şayet, TKP emperyalizme karşı mücadelenin içinde yer alsaydı kurulan cumhuriyetin yapısı da kaderi de çok farklı olabilirdi.

Osmanlı ordusunda aldığı eğitimle donanmış burjuva önderliği ise, şimdi olduğu gibi “tekçi” ve anti-demokratik bir yapıyı-cumhuriyeti bilinçlice inşa etti; o yapı da hep çarpık kaldı, halkı fakir kendisi emperyalizme bağımlı oldu! Modern olmak istenirken, cılız burjuvazinin korkaklığının sonucu olarak, tasfiye edilmesi hedeflenen gericiliğin maddi zemini antika sermaye güçleri olan tefeci-bezirganlar ve toprak ağalığıyla ittifak yapılarak cumhuriyet kuruldu. Zaten emperyalizm çağında kurulduğu için emperyalist devletlerle kuşatılmıştı ve sözcüsü olduğu burjuvazi de kendi yapısı gereği ve acil olarak gereksindiği güvenliği açısından emperyalist sermayenin “iç şubesi” olmayı bilinçlice tercih etti: Kapıdan kovulan emperyalistler bacadan girdiler, girmekle yetinecek bir meşrepleri olmadığı ve tersine sermayeye özgü sınırsız bir açgözlü yapısallığa mahkûm oldukları için, ülkeyi içerden fethederek kendilerine bağımlı kıldılar.

Mustafa Suphi ve yoldaşlarının kahramanca girişimleri onurumuzdur, onların yoldaşı olmak zor, onlara layık olmaya çalışıyoruz. Onların Karadeniz’de alçakça boğulmalarını unutmayacağız, hep aklımızda!

***

Burjuva önderliği kendi deyimiyle “Yunan saldırısını durdurmaktan daha önemli” gördüğü “iç ayaklanmaları bastırmak” konsepti içinde, siyasi ya da askeri yollarla komünist ve komünizan önderlikleri tasfiye ederken ya da yeraltına itip zayıflamasını sağlarken, aslında kendi modern bir ulus devlet kurma hedefine ulaşamamış oluyor ve cumhuriyetin tarihi boyunca sürecek-halen de süren yıkıcı iç gerilimleri ve çatışmaları üreterek kendi çarpıklığının ve zayıflığının temellerini atıyor, emperyalizmin ve gericiliğin bölgedeki ana üssü olmaya mahkum oluyordu.

Peki, bütün “suç” burjuva önderliğinde mi, Mustafa Suphi böyle bir kadere mahkûm muydu? Hayır!

Burjuva önderliğe ve onun verdiği sözlere safça güvenmek, ona sahip olduğundan daha fazla ilericilik-modernlik yüklemek ilk önemli kuruluş hatamızdır. İkincisi, komünist mücadelenin Osmanlı artığı burjuva önderliğinin yasallığının içinde olamayacağını görememek, gizliliği küçümsemektir. Üçüncüsü, içinde mücadele edeceği alana “yabancı” olduğunu ve o yabancılığın ancak alanın “içinde” sürekli hamle yaparak aşılabileceğini, ittifaklar ve mücadelelerle ilerlemek gerektiğini kavrayamamaktır. Dördüncüsü, muhtemelen farkında olunan saydığımız zaafları aşmak için Sovyetlere güveni ve oradan alınan/alınacak desteğin gücünü abartmaktır. Evet, dış destek her devrimin can alıcı sorunlarından birisidir ama karar yeri değildir.

Burjuva önderliği, Osmanlı egemenlik alanında yetişmiş olmanın ön-bilgisiyle, birçok biçime bürünerek örgütlüydü. Osmanlı ordusunun arta kalanları emrindeydi, Müdafaa-i Hukuk ve Kuvâ-yi Milliye gibi politik ve askeri yapılarla kendisini garantiye alıyor, stratejik ve taktik bilince sahip olarak davranıyor, sadece çöken Osmanlı’nın artıklarına değil halkçı, demokratik, komünist inisiyatiflere de nefes alma hakkı dâhi tanımıyor, cumhuriyetin kuruluş sürecinin her adımına despotik damgasını vuruyordu.

Mustafa Suphi ve diğer yoldaşlarımız, ülkelerinin emperyalist işgale karşı mücadelesine katılmak, burjuva önderliğiyle inisiyatif paylaşmak ve süreç içinde belirleyici olmak devrimci-komünist hedefiyle ülkeye gelmek isterlerken haklıydılar, ama burjuva önderliğinin yapısını yeterince değerlendiremediler, gücünü ve stratejik/taktik kapasitesini küçümsediler.

***

Türkiye devrimci hareketinde 1919-20 arasında başlayan TKP önderliği, 1950’lerde yaşanan tevkifatlarla sonlandı. Daha sonra 1960’larda açılan 2. dönemde TKP’nin devamcıları olmakla birlikte, onlar bu dönemde belirleyici olamadılar. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya’nın önderliğinde yeni bir dönem yaşandı. Bu dönemin de 1990’da yaşanan sosyalist ülkelerin çözülüşüyle kapandığını saptayabiliriz.

TÖP, ilk dönemin önderi olan Şefik Hüsnü’nün okulunda yetişen ama sonra kendi özgün duruşuyla Türkiye devriminin ideolojik-politik zeminini inşa eden Hikmet Kıvılcımlı’nın geleneği içinde yer alıyor.

Günümüzün görevi, dünyada ve ülkede yaşanan değişimleri esas alarak ve 1. ve 2. dönemin değerlerini benimseyerek aşıp, kendi dönemimizin devrimci-komünist çıkışını başarabilmektir.